Gece yarısı. Evdeki herkes uyuyor. Yine uyku tutmadı beni. Hiçbir zaman perde takılmamış penceremizden gökyüzünü izliyorum. Bir perdenin olmayışı ne kadar çok şey anlatıyor insana. İçeri ve dışarının ayrılmasına bile ihtiyaç duymayacak kadar uzağız birbirimizden. Kimse içeriden değil ki bir “dışarı” olsun. Bir perde asılmasının benden aldığı gökyüzüdür, peki perdenin asılmamasının götürdükleri?
Annem susamış olacak ki uyku mahmuru bir halde içeriye giriyor. Salon ve mutfağımız bitişik. Benim orada olduğumu bilse de gözlerini üzerime değdirmeden mutfağa geçiyor. Dolaptan suyunu alıp aynı şekilde odasına yollanıyor. Sözlerimi etime bastırıyorum yine. Hem bastırmasam ne faydası olacak ki?
Uyandığımda babam çoktan gitmiş. Annemse kendi kahvaltısını yapıp temizliğe başlamış gibi görünüyor. Okul için hazırlanıyorum. Bilerek hiçbir şey yemeden çıkıyorum evden. Arkamdan beklediğim sesin hiçbir zaman gelmeyeceğini biliyorum aslında. Gelmiyor da.
Okulum çok uzak değil. Ama Üsküdar’ın yokuşları nefesimi kesiyor. Servise binmek istemiyorum, kimse de isteyip istemediğimi sormuyor zaten. Sorsalardı ister miydim bilmiyorum. Sormaları yeterdi herhalde. Düşündüklerini bilseydim… Hayır! Artık onlardan gelecek hiçbir şeyi istemiyorum. Kendime yıllar önce bir söz verdim. Çalışıp, para biriktirip üniversiteye başka şehre gideceğim. Üniversite bir kurtuluş olacak benim için. Kendi yolumu bulacağım, bulmak zorundayım. Zaten çok az kaldı okulumun bitmesine. Lisenin başından beri okul çıkışlarında bir kütüphanede çalışıyorum. Kazandığım tüm parayı, kıyafetlerimin arasına gizlediğim kavanozda biriktiriyorum. O benim buradan çıkış biletim. Kendi hayatımı kurma şansım.
Kütüphaneden çıktığımda havanın karardığını görüyorum. Eve yaklaşırken yağmur yağmaya başlıyor. Ürperiyorum. Eskiden yağmuru çok severdim. Yağmuru izlemeyi, ıslanmayı, gök gürültüsünü, her şeyi. Ama burada yağmur bile güzel yağmıyor artık. Birkaç damla gözyaşının serbest kalmasına izin veriyorum.
Kapıdan girdiğimde annemin o çok sevdiği, asla dokundurmadığı terlikleri girişte görüyorum. İçimi bir korku kaplıyor birden. Bu terliği hiç çıkarmaz ki o. Beni terk mi etti yoksa? Babamla yalnız mı bıraktı beni? Kuruntularımı bir kenara bırakıp evi aramaya başlıyorum. Salonda benim yattığım kanepeye oturmuş, boş gözlerle mutfağa bakarken buluyorum onu.
“Anne…”
Gözlerini, yüz yıl kadar uzun gelen bir süre sonra, bana çeviriyor. Boşluk yerini ufak bir sıcaklığa bırakıyor ancak o da çok sürmüyor. Yine de, ağzında oluşan yarım gülümseme hayrete düşürüyor beni.
“Hoş geldin Elif.”
Kalbime bir sancı oturuyor. “Elif değil benim adım. Büşra ben, Elif’in hayatta olan ikiz kardeşi hani.” diyemiyorum. Zoraki gülümsüyorum sadece. Ama beni görmüyor artık. Yaptığı hatayı fark etse de bozuntuya vermiyor. Yerinden kalkıp telaşla mutfağa geçiyor.
“Aç mısın? Hay Allah, yemek de yapmadım sana. Ne istersin akşam için?”
“Sen hiç yemek yapmazsın ki” Ağzımdan kaçan sözle pişman olmam bir oluyor. Annem yüzünü buruşturuyor.
“Öyle yapıyorum değil mi? Hiç yemek yapmıyorum sana. Eskiden böyle değildi. Biliyorsun. Ama sen… Ona… Elif’e yani… Öyle çok benziyorsun ki.”
Gözlerini kaçırıyor benden. Hiçbir şey olmamış gibi yemek yapmaya girişiyor.
Şaşkınlıkla yerimde kalakalıyorum. Annemle konuşmayalı o kadar zaman oldu ki. Soruların zihnimi ele geçirmesine engel olamıyorum. Bunları neden anlatıyor? Yıllar sonra neden bugün konuşmaya karar verdi? Bir şey mi oldu acaba? Ne olmuş olabilir ki? Çekmecemdeki fotoğrafı mı gördü? Fotoğrafı hatırlayınca karnım acıyla kasılıyor.
Büyükçekmece Gölü’nde yedi sene önce çektirdiğimiz bir fotoğraf. Hepimiz gülümsüyoruz. Elif’le birbirimizi ıslatmışız. Muzip bir gülümseme var ikimizin yüzünde de. Yedi sene… Ama artık, o hayatı hiç yaşamamış gibiyiz.
Elif ‘in hastalığını öğrenmeden önce mutlu sayılabilecek bir aileydik. Babam yine eve geç gelir, sabah hiçbirimizi görmeden çıkıp giderdi. Ama en azından ayda bir tatil kullanıp bizi gezdirirdi. Her zaman da aynı göle giderdik. Şimdi babamı neredeyse hiç görmüyorum. Gördüğümde de öyle sinirli oluyor ki yanına gitmek korkutuyor beni. Annem de iyi bir anneydi o zamanlar. Bizimle olmaktan mutluydu. Bu mutluluğunu göstermekten de çekinmezdi. Onun mutluluğu bize kendimizi değerli hissettiriyordu. Sevgisi bizim her zaman sığınabileceğimizi bildiğimiz güvenli bir limandı sanki.
Sonra Elif’in hastalığı açığa çıktı. İşte o zaman her şey değişti. Henüz o hayattayken bile giderek silikleştiğimi, yok olduğumu hissediyordum ama umursamıyordum. Nasıl umursayabilirim ki? “Diğer yarım” dediğim kişiyi kaybediyordum. Tabii, Elif’in ölümüyle benim de öleceğimi tahmin edemedim. Sanki tek bir çocukları varmış, Elif ve ben birmişiz gibi, Elif öldüğünde ben de öldüm onlar için. Ve zamanla onlar da benim için öldü.
İşte bu yüzden o gölün fotoğrafına ne zaman baksam “ölüm”ü görürüm. Elif’in ölümünü, benim ölümümü, babamın ölümünü ama -nedense- en çok da annemin ölümünü. O göl şimdi içimde kocaman bir anne ölüsü.
Ama annem fotoğrafı görmemiş. Çekmecem dokunulmamış halde duruyor. Ya kavanozum? İçimi tekrar bir telaş kaplıyor. Sadece bir kuruntu olduğunu bilsem de kontrol etmekten kendimi alamıyorum. Yerinde duruyor.
Yemeğe yardım etmek için annemin yanına gidiyorum. Konuşa konuşa hazırlıyoruz yemeği. Mutluluktan aklımı yitireceğim diye korkmaya başlıyorum. Babam gelene kadar konuşuyoruz neredeyse. Ne yapmak istediğimi soruyor bana, okulumu, arkadaşlarımı… O neyi bilmek istese o şey anlam kazanıyor sanki.
Heyecandan saatlerce uyuyamıyorum o gece. Zihnime sızmaya çalışan “Hani onlardan hiçbir beklentin yoktu?” sorusunu gülümseyerek görmezden geliyorum. Umrumda olduğunu bilmiyor muydum sanki? Eğer böyle devam ederse üniversiteyi İstanbul’da okuyup burada kalmanın hayallerini kuruyorum neredeyse. Bu kadar kolay mıydı gerçekten?
Sabah, hiçbir sesin olmadığı bir eve uyanıyorum. Annem henüz kalkmamış herhalde. Haftasonu olduğu için birlikte kahvaltı yapabileceğimizi düşünüp mutlu oluyorum. Bugün hayata yeniden başlıyor gibiyim. Kulaklığımı takıp en sevdiğim şarkılar eşliğinde kahvaltıyı hazırlıyorum. Geriye sadece annemi uyandırmak kalıyor.
Yatak odasının kapısı hafif aralık duruyor. Yavaşça büyütüyorum aralığı. Gözlerimde gülümsemeyle yatağa bakıyorum. Tertemiz bir yatağa… Sanki üzerinde hiç yatılmamış kadar düzenli.
“Annee!” diye seslenmeye başlıyorum. Tüm odalara bir “Annee!” seslenişi bırakıyorum. Ama yok. Sesimin boşlukta yankılanmasından başka bir yanıt alamıyorum. Kıyafetlerini kontrol ediyorum. Normalden çok daha az görünseler de hepsi gitmemiş. Peki terliği? Koşarak kapıya gidiyorum. Terliği kapının yakınında değil. Tüm evi arasam da bulamıyorum. Terliği bulmam lazım. O gitmişse annem de gitmiştir. Ama terlik buradaysa…
Birden bir aydınlanma yaşıyorum. Annemin dün akşamki hali çok daha mantıklı geliyor artık. Suçlu bir çocuk gibi başımı eğip kıyafet dolabımın olduğu arka odaya gidiyorum. Ayaklarım geri geri gidiyor sanki. Mutsuz sonla biten bir kitabın sonunu okumazsan, o son yaşanmamış olur mu? Keşke öyle olsa. Ben dolabın kapağını hiç açmasam, kavanozun gittiğini hiç görmesem ve annem uzun süredir yapacağını içten içe bildiğim ama zamanını kestiremediğim şeyi yapmış, beni terk edip gitmiş olmasa…
Dolabın kapağını açıyorum. Hiçbir zaman bir kitabı yarım bırakamam zaten. Kavanoz yerinde yok. Ama bir çift terlik kavanozun yerini dolduruyor. İyi de, terlik buradaysa annem nerede?
Hacer Uyğur
Kullanılan mısralar:
“Bir perde asılmasının benden aldığı gökyüzüdür”
(Füruğ Ferruhzad)
“Sözlerimi etime bastırıyorum”
(İsmet Özel)
“Burada yağmur bile güzel yağmıyor artık.”
(Ali Lidar)
“O göl şimdi içimde kocaman bir anne ölüsü”
(Didem Madak)