Kaynanam biz defnettikten bir gün sonra mezarından geri çıktı.
İyice sarmalanıp uçlarını koynunda topladığı kefeniyle, olmadan sökülmüş patates gibi beyaz ve saçaklı kafası ve yampiri yürüyüşüyle eve dönerken, on kadar mahalleli küçüğün korkudan dili tutulmuştu. Bir o kadarı da geceleri altını ıslatmaya başlamıştı. Allah'tan Kamuran amca yolda görmüş, tıriportır pikabının kasasına atıp eve kadar getirmişti de ıslak hebebelerin sayısı çoğalmamıştı.
Taziye evi bu kez bir hoşamedi evi oldu. Başsağlığı verip gidenler, bu sefer de ahretliklerinin dünyaya -kısacık bir berzah molasının ardından- yeniden teşrif edişini kutlamaya geliyorlardı. Antreye adım atmadan önce ellerinden düşmeyen sarraf torbalarından çıkarttıkları terlikleri -uzun bir konaklamanın habercisidir bu- ayaklarına geçirip, coşku ya da sevinçten ziyade, korkunun engelleyemediği bir merak duygusuyla salona sünüyorlardı.
İster inanın ister inanmayın ben hiç şaşırmadım bu olanlara. Hatta cenaze günü merdiven başına terlikleri koymam rica edilince, aile reisliğini bu kadar ani ve erkenden elde etmeyi çok şüpheli gördüğüm için terlikleri gerisin geri içeri fırlatmak gelmişti içimden. Yerel ve ulusal basın temsilcileri olayı "öldü zannedilip gömülen kadın evine geri döndü," şeklinde haberleştirirken karım hortladığını söylemeye her yeltenişimde çimdiği basıyordu koluma. "Şu telaşe bi bitsin hele, ondan sonra görüşeceğim sennen."
Sanki benim suçum hepsi. Senin suçun tabi. Annemi teşhis etmeye morga sen gitmedin mi? Yahu bana bi bak bakalım yaşıyor mu demediler ki. Kaynanan bu mu dediler, yüzünü açtılar, baktım tıpatıp aynı surat. Evet bu dedim çıktım.
Herkesin kafasını meşgul eden asıl meseleye, nasıl olup da mezardan dışarıya çıkmayı başarabildiği sorunsalına da mahalle camiinin temiz yüzlü genç imamı Furkan Efendi açıklık getirdi: Takip ettiğimiz bu geleneksel kuyulama metodunun kökeni, dedi çayından efendice bir yudum aldıktan sonra, Efendimizin (SAV.) sünnetine dayanmakta olup, müslüman mezarları yanlışlıkla diri gömülenlerin dışarı çıkması amacına matuf olarak inşa edilegelmiştir.
Gelen giden kesilince bizim kaynana bi durgunlaştı. Gerçi biz de farklı değildik Günlerce konuşmadan öylece birbirimizi seyrettik. Arada gözlerini belerterek bana dikiyordu bakışlarını. Bir noktaya dalınca daha da kaknemleşen bu dişi rasputinin aklından neler geçtiğini hayli merak ediyordum. Sonunda bizi karşısına alıp döküldü. Hayatıyla ilgili yeni ve oldukça radikal bazı kararlar almıştı. Hayatın tadını çıkarmak bunu yaparken de ahiret yurdunu imar etmek temel motivasyonu olacaktı. Öncelikle bir süreliğine -rahmetli kocası da dahil olmak üzere- ahirete intikal etmiş herhangi bir kimsenin fotoğrafı bulunsun istemiyordu evde. elbette odamdaki mantar panoya astığım çoğu müteveffa artistin, tiyatro emektarıın fotoğraflarını da dahil ediyordu buna. Bundan sonra ben hariç herkese karşı müşfik, hoşgörülü ve yardımsever davranacaktı (Bin kere dirilse beni yine sevemezmiş). Kamuran beye bir şans daha vermeyi planlıyordu. Fakat her şeyden önce kutsal topraklara bir ziyarette bulunup tövbe ederek başlayacaktı yeni hayatına. Bu sırada kızına tatlı tatlı bakıp Hacc için biriktirdiği parayı sordu. Nutkum tutuldu. Kaynanamı defnettiğmiz gün hac parasını kırılmaz camdan evladiyelik kavanoz işi için ben almıştım. Bir açıklama yapmam gerekiyordu: sonuçta ortada ölen bir kimseden kalan para ve bu paraya ihtiyacı olan insanlar vardı. Gelibolu vapurunda seyyar satıcılar çoğaldı, üstelik çok pratik ve makul eşyalar satıyor ticari rakiplerim. Kimse artık migren teline, sırt kaşıma aparatına ya da ne bileyim damlatmayacağından emin olmadığı kalemlere rağbet etmiyor. O parayla kariyerimi yeni bir evreye taşımalıydım. Herkesin emin olduğu bir malzeme satmalıydım: kırılmaz camdan evladiyelik kavanoz!
Kaynanam, diyebilirim ki hukukumuzun başladığı günden beri ilk kez müdahale etmeden beni bu kadar uzun süre sessizce, sözümü kesmeden dinlemişti.
Neye yorulacağını bilemediğim bir şekilde iç geçirdi. Ulan kerkenez, dedi. Ölmemi mi bekliyordun malıma çökmek için. İlmi siyasetin dibini sıyırıyordu. Sicilime, giden paralarıyla birlikte ölümüne bel bağlamak gibi bir suç da ekliyordu aklınca.
Hiç olur mu anneciğim, dedim. Bakın kızınız şahit, deyip karıma baktım göz ucuyla. İnanmaz görünen bir yan gözle beni süzüyordu. Öldüğünüze ne kadar üzüldüğüme o şahit, dedikten sonra tekrar hanıma döndüm, kadınlara özgü o küçümseyici ses tonuyla, çok başarısız bi taklitti, deyiverdi.
Benim için hikaye burada trajikleşti. Karım yumuşak karnıma çok sert bi darbe vurmuştu. Birden ne büyük bir hata yaptığını anlayark yüzümü avuçlarının içine aldı ama çok geçti. Biraz yalnız kalmak için balkona çıktım. içerden konuşmaları duyuluyordu. Anne bari yatak odasındaki resimler kalsın, bak ne kadar üzgün. Olmaz, olamaz, istemem. Hem tiyatrocu hem işportacı. Beni akliyeye tıkmaları lazım bu herife kız verdiğim için. Anneee.. Nah sen verdin cadaloz karı. Kızın az daha diretseydin kaçacaktı bana. Hayır bir de seferi tiyatrocu. Kimse bunları izlemeye gelmez, bunlar gider elalemin ayağına. Troya Gezici Tiyatro Kumpanyamızdan söz ediyordu. Bütün Anadoluyu gezmiştik sahne sahne. Memleket kocanı ağaç rolüyle tanıyor be. dayanamayıp içeri girdim. Eteğimde taş kalmamalıydı. Bana bak dedim benim seslendirdiğim “tu wa mi detği” yutubda kaç izlenme aldı biliyor musun? Ağaç rolüymüş. O oyun çocuk oyunuydu ve o ağaç başroldü be. İstanbullardan Ankaralardan kaç sahne sahibi kendi trubuna davet etti beni. Kapıyı çarpıp çıktım. Son söylediğim yalandı.
Elektrik direğinin altında sigara içiyordum. Saros’un deli rüzgarı yüzüme vuruyor, tam da ihtiyacım olan şeye içime içime kapanmama tuhaf bir katkı sağlıyordu. Haklıydılar. Evdekiler. Oğlum niye karşında biri varmış gibi diyalog kurma gereği hissediyorsun? Evdekilerden başka kim olacak. Çünkü… Bu yaşta daha profesyonel olamadım, diye hızlıca söylenip bu kendi kendine dertleşme saçmalığını bir an önce bitirmek istedim. Ama herkes sorumluydu bundan. Yani işte ayakları yere basan bunun için yaşayan bir aktör olamayışımdan. Beni dekorlar arasında vücut bulmuş idealizmden, evinin rehavetine davet eden karım. Eliyle tutamadığı hiçbir şeye inanmayan ve sanatçılığıma karşı kocalık vazifelerimle beni kışkırtan kaynanam. Avrupa’nın arka sokağı, Orta Doğudan hallice ülkem…
Karşı kaldırımda Tostçu Ziya arabasının başında maşayla ritim vurup şarkı söylüyordu. Az sonra önünden Marks geçti. Kralll diye bağırdım. Dönüp sallana sallana geldi. Kral Marx. Kıl yelpazesi gibi sakalı, bir tutamını başının arkasında düğümlediği uzun saçı ve yaz kış giydiği siyah ceketiyle tam bir Anadolu Marx’ı görünümündeydi. İçtin mi lan yine, dedim. Rakı içtim, dedi. Fazla tutmak istemedim, hadi eyvallah dedim. Uzaklaşırken dönüp tekrar baktı. Beynini özgürleştir, dedi. Ne, dedim. Yavaşla, dur, anla, beynini özgürleştir, dedi tekrar, işaret parmağını şakağına koyarak. Kaybol lan, dedim, pabuçsuz dingil. Haline bakmadan akıl veriyor bir de. Aklı sıra Türk edebiyatının tipik aydın rolünü üstlenecek benim hikayemde.
Hanım çaldırdı Krala küfür ederken. dakikam yoktu. Ödemeli attım. Ev telefonundan aradı bu sefer. Akşam yemeğine çağırıyordu. Ona yeteneklerimin ve sanatımın sorgulandığı bir yerde -velev ki bu yer aile evim olsun- durmak istemeyeceğimi söyledim. Kuruntu yaptığımı söyledi. Kesin bir dille reddettim. evet dedi kuruntu yapıyorsun. seni ilk kez nerde görüp hayran kaldım hatırlıyor musun. eşimin bana ilk görüşte hayran kaldığını bilmiyordum ama konu bu değildi. evet hatırlıyorum dedim. mum satmak için evinizin kapısını çaldığımda. hayır dedi, o bahsettiğin şarkı söylediğin müzikalde, evet Nötür dam de pari de. Mükemmeldin.
İkna oldum. evime dönüyorum. karnım çok aç.