Kurgu Kuruntu

Ahmet Can Altun

Yarın sabah erkenden dışarı çıkacağım ve ben dışarı çıkmaktan hiç hoşlanmıyorum. Yani bu kadar tehlike varken nasıl dışarı çıkar insan bilmiyorum. Ayağın taşa takılır düşüp kafanı vurursun, araba çarpar, köpek kovalar… Türlü türlü tehlikeler. Arkadaşım bende olan balığını getirmemi istedi. Çok meşgulmüş de onun için o gelemiyormuş. Önce getiremem falan dedim fakat ısrar edince kabul ettim. Tez vakitte biter inşallah.

Yine bir sabah. Metrobüste ulaşmak istediğim yere doğru yol alıyorum. Hep bir yerlere ulaşmak istiyoruz. Duruyorsak bile. Ama hiçbirine ulaşıp ulaşamayacağımız belli değil. Mesela yatağımıza ulaşmak için ayağa kalkıp yürümeye başladığımızda ayağımız salonun ortasında duran yuvarlak orta sehpaya takılabilir veya kedinin sarı, tırtıklı topunu görmeyip üstüne basabiliriz. Sonra düşüp kafamızı televizyon sehpasına vurabilir veya beyin kanamasından ... Yatağımıza ulaşamadık. Ulaşmak istediğimiz tek bir yere gerçekten ulaşacağımız kesin. Ama buna ulaşmak için bir şeylere ulaşmamamız gerekiyor ve bu ulaşacağımız şeye biz gitmiyoruz, o bize geliyor. Uzattım, mazur görün.

Bana çok kuruntulusun derler. Hayır sadece fazla düşünüyorum o kadar. Bence normal olan bu. Düşünmeliyiz. Belki bazen ipin ucunu kaçırıyorum ama olsun. Bu kurutulu olduğum anlamına gelmiyor.

Şimdi metrobüste, ben ayakta, köprünün girişindeyiz. İnsanlar ayağıma bakıyor. Ne yani ciddi kıyafetlerin altına kroks terlik giyilmez mi? O kadar rahat ki takım elbisenin bile altına giyebilirim. Hem ayakkabıda ayaklarımız havasız ve nemli kalabilir. Bu yüzden mantar çıkabilir ve çoğalabilir. O kadar çoğalır ki yürüyemez hâle gelebilirim belki ayağımı bile keserler. Allah muhafaza. Onun için terlik iyidir.

Metrobüste bir elim demiri tutuyor diğer elimde içinde turuncu, pörtlek gözlü bir balık bulunan cam kavanoz var. Suyu dökülür de biri basar, metrobüste kayıp kafasını basamağa vurmasın diye kapağını kapattım. Sıkı sıkı tutuyorum ki düşüp kırılmasın.

Köprüye girdik. Denizde yatlar, Ortaköy camii ve Haliç köprüsü... Ne hoş manzara. Ayakta falanız ama bu görüntü çok güzel.

Denize baka baka giderken önce bir sarsıldık. Şoföre baktım. Gözleri kapalıydı, ben ona bakarken bir anda açtı. Metrobüs bir sağa bir sola yalpalamaya başladı. Ne oluyor diye şoföre baktım. Direksiyon hakimiyetini kaybetti. Ha devrildik ha devrileceğiz. Kavanozu bırakıp diğer elimle de demiri kavradım. Kavanoz yere düşünce kırıldı. Balık kıvranmaya başladı. Sonra bariyerlere sürtmeye başladı. Koridor tarafında oturan ve ayaktaki yolcuların bazıları düştü. Balığa baktım. Yerdeki ıslaklıkta çırpınmaya devam ediyor. Metrobüs bir sağa bir sola gidiyor. Bir sonraki manevrada bariyerleri delip yarısı boşlukta yarısı karada kaldı. Herkes bağırmaya başladı sonra. Bir aşağı bir yukarı sallanmaya başladı. Bir aşağı bir yukarı bir aşağı bir yukarı en son bir aşağı cumburlop suya... Hemen şoföre baktim. "Şoför bey uyanıksınız değil mi?" diye sordum. "Ne dediniz?" diye cevap verdi. "Yok bir şey" dedim. Uyanıktı. Ohh be. Bugün de ölmeyecez herhalde.

Olabilir böyle bir kaza. Neden olmasın ki. Burada kurtulan tek canlı yüksek ihtimal kavanozdaki balık olurdu. Bunlar asla kuruntu değil sadece hayal veya hikaye veya düşünce.

Metrobüs köprüye girdi. Önümde oturan adam müzik dinliyordu. Sesini fazla açmış olacak ki sesi bana kadar geliyor. Acaba söylesem mi sesini kısmasını. Ya sanane lan, der sonra ben de kızare demek lan! Banane rahatsız edemezsin!‘’ desem. O da daha fazla kızsa, kavanozu elimden alıp kafamda kırsa. Herhalde bayılırım belki beyin kanaması da olur. Neyse o zaman gerilmeye gerek yok. Hem ben de müzik dinlemiş oluyorum kötü mü? Sadece balığıma bakayım en iyisi yoksa bu yol bitmez böyle.

Kafamda düşündüklerimin -kurduklarım demedim- kafamı yorması fiziksel yorulmadan daha kötü. Daha yolun başındayken çok yoruldum. Allah’ım bitsin artık.

Ahmet Can