“Bir haftadır ağzını bıçak açmıyor. Bir kere daha konuşmayı denesek olmaz mı?”
Hayriye Hanım endişesinin önüne geçemiyordu. Oğlu Kemal bir hafta önce cuma günü, gün ağarana kadar eve gelmemişti. Her yanı kan ve toprak içinde, perişan bir halde eve geldiğindeyse iyi olduğunu ve uyumak istediğini söylemekten başka bir şey yapmamıştı. O günden beri hiç konuşmuyor, okula gitmiyor, hatta doğru düzgün yemek bile yemiyordu. Odasından da neredeyse hiç çıkmamıştı.
“Hanım kaç kere denemedik mi? Hem böyle durumlarda çok zorlamamalı. Konuşacağı varsa da konuşmaz sonra çocuk. Beklemekten başka çaremiz kalmadı.”
Kocasının bu vurdumduymazlığına inanamıyordu. Hiçbir şey yapmadan oturmaya daha fazla katlanamadı. İşe yaramayacağını bilse de kendine hakim olamıyordu işte. Kapıya kadar hızla gitti ama içeriye hemen girmedi. Bir haftadır karşılaştığı o yürek burkan manzara ile tekrar karşılaşmak için hazır hissetmiyordu. Ama sonunda kapı önünde öylece dikilmeye de dayanamadı.
Kemal, annesinin odaya girdiğini fark etmedi. Titremeleri hafif de olsa gözden kaçmıyordu. Gözleri önündeki kutuya dikili halde, oturmaktan başka bir şey yapmıyordu. Dünyanın en ilginç şeyine bakıyor gibi görünüyordu ama aslında kutunun içinde, düzensizce yerleştirilmiş birkaç yaprak ve ufak bir tırtıl dışında bir şey yoktu. Onun bu halini gören Hayriye Hanım biriktirdiği tüm soruları ortaya dökmekten kendini alıkoyamadı:
“Kemal, yavrum. Neden yanımıza gelmiyorsun hiç? Senin için endişelendiğimizi görmüyor musun?”
“...”
“Neden konuşmuyorsun oğlum? Ne olduğunu, ne yaşadığını bize söylemeyecek misin?..”
Bırak sorularına cevap vermeyi, herhangi bir tepki bile vermiyordu Kemal. Hayriye Hanım, konuşmaya sakince başlamışsa da, Kemal’in tepkisizliğine karşı sakin kalamamıştı. Hayriye Hanım’ın soruları tükendiğinde bir süre ikisi de konuşmadı. Kemal hala gözlerini kutudaki tırtıldan ayırmıyordu. Sanki zihni, bedeniyle aynı mekanda değildi. Annesinin yavaşça yanına yaklaştığını da fark etmemişti.
Hayriye Hanım, tırtıldan başka bir şey bulamayacağını bilse de oğlunun bu denli dikkatle baktığı şeyi tekrardan inceleme güdüsüne karşı koyamamıştı. Günlerdir Kemal’e bu yakınlıkta durmuyordu. Tırtılı boşverip oğlunu incelerken Kemal’in sağ elini saklamak ister gibi bedenine yapıştırdığı gözünden kaçmadı. Yatağın üzerindeki kan ve irin kaplı peçeteleri fark etmesi de çok sürmedi. Ağzından ufak bir çığlığın kaçmasına engel olamadı.
Kemal’in bakışları artık tırtılda değildi. Kısa bir süre, annesinin neden böyle davrandığını anlayamadı. Anlamasıyla beraber elini annesinden olabildiğince uzaklaştırmaya çalışsa da başarılı olamadı. Annesi kolundan tutmuş, ellerini kaçırmasına izin vermemişti. Kemal ona karşı koyamadı yahut koymadı. Bu durumda bile yarayı kaşıma, içindeki tüm irini akıtarak sanki kendi günahlarını akıtıyormuş gibi hissetme arzusunun önüne geçemiyordu. Ama annesinin gözlerindeki endişeli bakış, bunu yapmasına izin vermiyordu.
Hayriye Hanım’ın, yaranın neden kapanmadığını anlaması için bir açıklamaya ihtiyacı yoktu. Kemal’i en kısa zamanda bir ruh sağlığı uzmanına göstermezlerse hiç iyi şeyler olmayacaktı. Bunu son birkaç gündür düşünüyordu aslında ama şimdiye dek bu kadar iyi anlamamıştı. Tekrar konuştuğunda ses tonunun yumuşaklığı onun için de Kemal için de alışıldık değildi.
“Bu böyle olmaz oğlum. Yara açık bırakılmaz. Ecza dolabından sargı beziyle tentürdiyot getirip sarıversem olmaz mı?”
“Hayır, istemiyorum.”
Sesi o kadar cılızdı ki neredeyse duyulmayacaktı. Hayriye Hanım, sargıyı yapsa da oğlunun hemen geri açacağını fark ettiği için olsa gerek, ısrar etmedi. Ama onun bu odada, bu şekilde durmasına da daha fazla müsaade edemezdi.
“Tamam, istemiyorsan sarmayacağım. Ama böylece odanda durmana da daha fazla izin veremem.”
Kemal bu sefer itiraz etmedi. Annesinin yardımıyla yerinden kalktığında neredeyse ayaklarının üzerinde duramıyordu.
Engin Bey, Kemal’in gelişi ayrı bir atmosfer oluşturmuş gibi olmasın diye televizyonu kapatmadı. Zaten kapatsa da oğlu bu durumdayken ne diyeceğini bilmiyordu. Yine de yüzüne anlayışlı bir gülümseme yerleştirip oğluna başıyla hafif bir selam vermeyi ihmal etmedi.
Haberler henüz bitmemişti. Gündemdeki haberlerin hiçbiri ilgi çekici değildi. Engin Bey, kimse konuşmadıkça ortamdaki gerginliğin arttığını hissettiği için yakın mahallelerden lise çağında bir çocuğun öldürülmesini anlatan haberi gördüğünde klasik yorumlarından birini yapma fırsatını kaçırmadı:
“Yazık, hayatının en güzel zamanlarını yaşayamadı çocuk.”
Onay beklercesine eşine baktı ama Hayriye Hanım bakışlarını Kemal’den ayırmıyordu. Kemal hiç iyi görünmüyordu. Titremeleri ve sayıklamaları durmuyordu. Elindeki yarayı kaşımaya yeltense de annesi müdahale edince bunu gerçekleştiremedi.
Hayriye Hanım daha fazla dayanamadı:
“İtiraz istemiyorum. Hastaneye…”
“Hayır!” Bakışları normal değildi. “İstemiyorum. Hastane olmaz. Lütfen. Hastaneye götürmeyin…”
Konuştukça sesi kısılıyor, söyledikleri duyulmuyordu. Bu sefer itirazlarını Hayriye Hanım da Engin Bey de dinlemedi. Arabaya binip hastaneye ulaşmaları on dakika sürmemişti. Neyseki acilde uzun bir sıra da yoktu. Kemal’in titremelerinin ve sayıklamalarının daha da artması dikkatleri üzerlerine çekince acildeki görevlinin onlara bir yatak ayarlaması uzun sürmedi.
Kemal, verilen sakinleştiricilerin etkisiyle sabaha kadar gözlerini açmadı. Günlerdir doğru düzgün uyumamıştı. Uyandığında, zihnindeki bulanıklık da önceki gibi değildi. akşam olanları düşündüğünde izledikleri haberden başka bir şey hatırlayamadı. Hatırlaması gereken başka bir şey de yoktu zaten.
“Artık neler olduğunu anlatmayacak mısın?”
Bu sorunun geleceğini bilmiyor değildi. Ama yaşadıklarını nasıl anlatacağını, anlattığında anne ve babasının bunu nasıl karşılayacağını bilmiyordu.
Bir hafta önce, yani o korkunç olayın gerçekleştiği gün evden çıkarken, bakkaldan ekmek almak dışında bir amacı yoktu. Bakkala doğru giderken Ahmet’e bakınmış fakat onu diğer çocukların yanında görememişti. Sonunda Ahmet’i bulduğunda onu yüzü gözü yara içinde, iç çeke çeke ağlarken bulacağını hiç tahmin etmezdi. Diğer çocukların Ahmet’e kötü davranması nadir bir şey değilse de daha önce hiçbir çocuk onu böyle hırpalamamıştı.
Ahmet, onun için küçük bir kardeşten farksızdı. Kemal, diğer çocuklar Ahmet’e kötü davrandığında onu korur, karşıdakilerin gözünü korkutmaktan da geri durmazdı. Lakin kendisi de Ahmetle uğraşmadan edemezdi. “Seneye ben üniversiteye gidince ne yapacaksın hiç bilmiyorum.” dediğinde küçük çocuğun gözlerindeki endişeyi izlemekten az da olsa zevk almıyor değildi.
Ama o gün Ahmet’le uğraşan kişi bir çocuk değildi. Birkaç mahalle ötede yaşayan Tahir, o civarda pek iyi bilinmezdi. Köşeye sıkıştırdığı çocuklardan haraç keser, vermeyen ya da veremeyenleri hırpalamaktan çekinmezdi.
Kemal, Ahmet’in tüm ısrarlarına rağmen Tahir’e “iki çift laf etme” kararından vazgeçmemişti. Tahir’in bulunduğu yer insanların gelip geçtiği bir yer değildi. Etrafta ikisinden başka kimse yoktu. Tahir’le konuşmayı denese de fayda etmedi. Tahir, onun söylediklerini dinlemeyip üstüne üstlük bir de beline sıkıştırdığı copu ortaya çıkarınca biraz korktu ama kaçıp gitmeyi de kendine yediremedi. Onun gitmediğini gören Tahir, elindeki copu kullanmaktan çekinmemişti. Kemal, bir iki darbe aldıktan sonra copu yakalasa da hemen Tahir’in elinden alamadı. Kendini kurtarmak için boşta kalan sağ eliyle Tahir’e birkaç yumruk savurmaktan başka çaresi yoktu. Kemal’in yumruklarıyla afallayan Tahir, copu daha fazla tutamadı.
Kemal, copu almış olmanın mutluluğuyla, hızla üzerine gelen Tahir’i son ana kadar fark edememişti. O an kendini korumak için reflekslerine güvenmekten başka çaresi yoktu. Copu Tahir’in karnına doğru vurup kaçmayı planlıyordu ama öyle olmadı. Tahir’in saldırısı öyle aniydi ki copu savurduğunda nereye geleceğini hesap bile edememişti.
Tahir yere yığılınca, ne yapacağını bilemedi. Bir süre gözlerini yerdeki bedenden ayıramadı. Tahir’in başından akan kanı gördüğünde ayaklarındaki güç çekilmiş, kollarında derman kalmamıştı. Kımıldayamıyordu. Ambulansı aramak bir süre aklına gelmedi. Sonunda biraz toparlanınca telefonunu bulmak için ceplerini kontrol etti ama telefonunu yanına almamıştı. Tahir’in ceplerinde de yoktu. Eve gidip telefonunu almayı düşünürken bir şey fark etti; Tahir nefes almıyordu!
Hayatı boyunca hiç bu kadar korkmamıştı. Elinde sımsıkı tuttuğu copa ve yerdeki bedene bakmaktan başka bir şey yapamıyordu. Kendine geldiğinde hava artık pek de aydınlık değildi. Daha fazla hiçbir şey yapmadan duramazdı.
Zihninde beliren düşünceler ona ait olamazdı, olmamalıydı. İzlediği cinayet filmlerini düşünmekten kendini alamıyordu. “Delilleri ortada bırakmam. Kimse anlamaz. Eğer insanlar bunu öğrenirse yaşayamam. Bana asla inanmazlar. Hem Tahir iyi biri değildi ki! Kimse onun için üzülmeyecektir bile…”
Bulundukları yer ıssız ve gözden uzakta olduğu için kimse onu da Tahir’i de görmemişti. Bedeni oraya gömüp bıraksa hiç kimsenin ruhu bile duymazdı. Şimdiye kadar, böylesine bir heyecan dalgasının vücudunu sardığını hissetmemişti. Bu heyecan, çevrede bulduğu büyük ve sert taşlarla toprağı kazıp Tahir’in bedeninin sığacağı genişlikte bir çukur açmayı bitirene kadar da geçmedi. Tahir’i o çukura koyma aşamasına geçtiğinde hissettiği şey artık heyecan değildi. Şimdi hissetmeye başladığı acı yüzünden neredeyse ayakta duramıyordu. Yine de pes etmedi. Tahir’i toprağa koyup, üzerini kapatmayı bitirdiğinde daha fazla dayanamadı. Ağlamasına engel olamıyordu. O an birinin sesini duyup onu bulması umrunda bile değildi. Ama bu ağlayış da çok uzun sürmedi.
Birden aklına gelen şey onun daha fazla ağlamasına izin vermemişti. Neredeyse sabah olmasına rağmen evde değildi. Annesinin ne düşüneceğini tahmin bile edemiyordu. Hoş, ne düşünürse düşünsün bundan kötü olamazdı ya, neyse.
Mezara bakmak istemiyordu fakat yine de gözlerinin o rahatsız edici tümseğe takılmasına engel olamadı. Hissedeceği şeyler için kendini hazırlamış olduğunu düşünse de mezarın üzerinde gezinen bir tırtıl görmeyi hiç beklemiyordu. Etrafta hiç ağaç yoktu. Yani bu tırtıl bir ağaçtan düşmüş olamazdı. Tırtılların normalde de ağaçlardan uzakta var olabileceği aklına bile gelmiyordu. O an bu tırtılın onun için gönderildiği ve yaşama dair son umudu olduğuna olan inancı sarsılmazdı. Düşüncelerinin ne kadar uçuk olduğunu fark etmiyordu bile. Zaten fark edebilecek bir durumda da değildi.
Elinde tuttuğu copu Tahir’in bedeninin yakınlarında bir yere gömüp tırtılı için etraftan plastik bir kutu bakarken bir yandan da tırtıl gözden kaybolmasın diye dönüp dönüp kontrol etmeyi ihmal etmiyordu. Sonunda bulduğu kutuya etraftan topladığı yaprakları ve tırtılı koyarkenki endişesi tarif edilemezdi. Eve gidene kadar da gözünü tırtıldan ayırmadı.
Kemal yaşadıklarını tüm ayrıntılarıyla anlatırken anne ve babası gözlerini onun üzerinden ayırmıyorlardı. Her şeyi anlattığında bir süre kendilerine gelemediler. “Şimdi ne yapacağız?” derken babasının sesi neredeyse çıkmıyordu.
Kemal gözlerini elindeki yaradan ayırmıyordu.
“Aslında şimdiye kadar bile beklememeliydim. Yaptığım şeyi daha fazla saklayamam. Bu yara başka türlü kapanmayacak.”