Balık aldım bugün. Uzun zamandır yemiyor ev ahalisi. Severler biliyorum. Önceleri her hafta bıkmadan yerdik. Öncesinde güzel bir tarhana çorbası. Sonra ortaya güzel bir salata eşliğinde kendimizi denizin içine kurulmuş ütopik bir restaurantın içinde şahane bir yemek faslı geçiriyormuş gibi hissederdik. Yine aynı hissi yaşamak için aldım. Bu sene fiyatlar pek iç açıcı değil. Yani bilmiyorum ben de pek anlamam bu sektörden ama balıkçıdaki müşteriler konuşurken duydum. Sektörün sonu geliyormuş, nasıl oluyor o anlamadım pek. Denizler mi kurudu yoksa biz mi göç ediyoruz ıssız çöllere? Kendi kendime güldüm sonra. Umursamadım zamdı şuydu buydu, aldım balıklarımı çıktım balıkçıdan. Koştum geldim eve. Pişirmesini de bilmem. Ben bir tek salatayı yapar sofrayı kurardım önceleri. Balıkları annem pişirirdi. Tüm mutfak kokardı. Balığı yediğimizin haftası ev sinmiş balık kokusuyla tüterdi. Sonra tam geçmeye yüz tuttuğu vakit bir sonraki haftanın balık yeme günü gelirdi. Bu böyle birkaç hafta devam edip ev bir türlü balık kokusundan kurtulamayınca da annem delirir bir müddet bu fasıllara ara verdirirdi. Sonra da bitmez tükenmez temizlikler başlardı. İçinden çıkılmaz bir kuyuya atılmışım gibi hissederdim. .Ne söylesem kaytaramazdım temizlikten. Şöyle böyle derken o da biterdi nihayetinde. Bugün de aynı fasılları başlatmak için gittim yine mahallenin balıkçısına. Yaşar abiyle sohbet ettim biraz. Okul nasıl kızımlar, baban nasıl kızımlar, aaa balıkları sen mi pişirivericen sen ne anlarsın yavrumlar türlü türlü zırvalıklar. Sohbet diyorum ama varsın anlaşılsın bizimkisi hiç sarmayanından, en sıkıcısından. İyi, kötü bitirdim muhabbeti de balıkları alıp çıktım. Balıkçıdan çıkıp hemen sol tarafımda kalan sokağa saptım. Sokağın başından bir davul sesi geliyordu. Heyecanlı heyecanlı o yöne doğru yürüdüm. Davullu zurnalı gelin çıkarmalarını çok severdim. Evlenenler her kimse artık bilmiyorum, tanımam etmem, onları öyle yan yana görünce içim titredi. Gözlerim yaşardı. Sebebi neydi hakikaten bilmiyorum. Bana annemle babamın pamuk ipliği üzerinde bir o yana bir bu yana sallanıp duran ama hiçbir zaman zorluklara yenik düşmeyen evliliklerini hatırlatıyordu bu olay belki de. Onlar da otuz yılı, kırk yılı devirecek, günün birinde yorgun düşecek, balık fasıllarının müdavimleri birer ikişer azalacak, bir gün bir odada öylece yolun başındaki gibi iki kişi kalacaklar. Ben böyle düşünceye dalmışken arkamda bir kalabalık hissettim. Mahalle esnafı, çoluk çocuk herkes arkama toplanmış göz ucuyla davullu zurnalı gelin çıkarmasını izlemeye çalışıyordu. Güldüm önce, sonra şaşırdım. En az benim kadar gelin çıkarma izlemeye bu kadar meraklı insanın oluşu garibime gitti. Sonra arkamdakilerin fısıldaşmalarına şahit oldum.
-Hah bak şimdi başlayacak
-Ay çok heyecanlı bakalım nasıl olacak
-Tamam kızım, sus az, bak gelini izliyoruz
-Yav hadi bir saattir bekliyoruz şurada, biri şu geleneğin başlaması için ıslık çalsın. şşş Ramiz aloo ıslıkkk hadi olum be!
Bu defa şaşkınlığım iyice arttı. Gelin çoktan çıkmış kapının önünde ailesi ile görüşüyordu. Bunlar daha neyi bekliyor, ne için telaş ediyorlardı anlayamadım. Arkamda hadi ıslık çal ıslık çal diye bağırırp duran Murat abiye yanaştım.
-Murat abi hayırdır ne oluyor? Niye ıslık çaldırıp duruyorsun? Gelin çıktı zaten. Bu kalabalık ne geleneğinden bahsediyor?
-Dur kızım, sus az, bak izle görürsün.
Murat abiye de sinir olmuştum iyice. El mahkum düğün alayını seyre koyuldum. Bu ahaliden bana iş çıkmaz. Kendim izlemeli, kendim anlamalıydım olanları.
Damat bulunduğu eşikten bir adım ileriye atladı. Elindeki copla bir kavanozun içindeki tırtılı önce seyre daldı sonra birkaç kez elindeki copla kavanoza vurup kırmaya çalışıyordu. Allahım ne saçmalık, amacı ne şimdi bu adamın derken belki de tırtılı kurtarmaya çalışıyordur diye düşündüm. E tırtılın bu düğün alayıyla ilgisi neydi orası da ayrı bir saçmalık. Yahu çalın davulunuzu zurnanızı alın gelini gidin ne bu zırvalıklar diye içimde söylenirken damat ha gayret kavanozu kırmaya çalışıyordu. Bunun için cop özel olarak seçilmişti herhalde. En az damat kadar simsiayah, parlak büyük bir coptu. Yani tabiri caizse yakışıklı. Damat ha gayret kavanozu kırdı kıracak derken gelin de bulunduğu eşikten damadın yanına doğru indi. Gelin, damadın elinden kavanozu alıp hızla yokuş aşağı fırlattı. Kavanozun kırıkları ayak uçlarıma kadar geldi. Tırtılın hali ise pek yamandı. Gelinin kavanozu fırlatmasıyla son bulan bu terane arasında, ahali düğünün yapılacağı mekana doğru yine aynı şekilde davul zurna eşliğinde yürümeye başladı. Ben o sırada kalabalıklar arasında kırık kavanozun parçalarını yerden toparlarken içindeki tırtılı bulmaya çalışıyordum. Uzun uğraşlarım sonunda tırtılı bir taşlığın arasında sıkışıp kalmış vaziyette buldum. Tırtılın üstünde yaralar açılmış, kavanoz kırıkları yer yer parçalamıştı onu. Üzüldüm, öylece dalmışım bir müddet. Sonra yanımdan geçenlerden biri “Hah bulmuş, bakın bakın” diye tüm ahaliyi arkama topladı. Benim “Ne oluyor?” dememe kalmadan “Bak bakayım tırtıldan irin akıyor mu?” dediler. “İrin değil bu, kan akıyor. Ne canı var zaten bunun. Ölecek birazdan. Onu seyrediyorum. Gitsenize siz düğününüze.” diyerek azarladım onları.
İrin akmamış. Gelenek böyle olmazmış. Kavanozu yokuş aşağı fırlatan gelinin öyle kuvvetli derecede atmış olması gerekiyormuş ki kavanoz tırtılın üstüne değmeden, onu yaralamadan, yalnızca gözünden irin akıtmış olması gerekiyormuş. Böyle olduğunda da gelin ve damadın uzun, yaralar almadan, yalnızca ortak paylaşılan kederlerin gözden akan irin kadar olacağı, güzel bir evlilikleri olacağına delalet edermiş. Saçmalık tabi. Bilmiyorum, ben çok söyleniyorum bunlara ama ne yapayım bir hikmet aramak hep mantıksız geliyor. Tırtılı öylece bıraktım. Düğün alayı da çoktan boşaltmıştı mahalleyi. Etraf sessizleşmişti. Sonra elimdeki poşete baktım. Annemin çığlıkları kulağımda yankılandı sanki. Yaklaşık üç saattir beni bekliyor olması lazımdı. Koşa koşa eve vardım. Balıkların bir iki tanesini de bu koşuşlarıma kurban etmiş olabilirim. Pişman değildim gündüz vakti bir mahalle orta oyununu seyre daldığım için. Hem balıkları hazırlarken annemlere anlatırım gördüklerimi. Gözünden irin akan tırtıl hikayesinden bahsederim. Onların zamanında da böyle şeyler var mıydı diye sorarım. Anlatır da anlatır, sorar da sorarım. En son çenemden illallah ederler kafama şöyle güzel bir terlik yiyiveririm. Oh balık üstüne de iyi gider. Şöyle böyle derken aceleyle kardeşler fırının üst yokuşuna doğru tırmanıp merkez caminin solundan sapıp bizim eve doğru koştum. Biraz da kapının önünde çantamın içinde anahtarlarımı ararken oyalandım. Terlik birden ikiye çıkacaktı şimdi. Ha gayret buldum bulacağım derken anahtarın cebimde olduğunu hatırladım. Kapıyı açtım.
-Anneeeee ay geç kaldım çok özür dilerim ama bakın neler oldu. Bizim balıkçının üst sokağında bir düğün alayı vardı. Bir gelenek varmış duydunuz mu hiç. Tırtıl hikayesiiiiiii. Annneeeee, dinliyor musun beniii !! Bak dur şimdi. Noldu biliyor musun………………………….
Anne? Balıklar hazır sofraya gelin. Balıkçı Yaşar amca dalga geçti benimle sen pişiremezsin diye ama bakın gayette güzel oldular. Anne?
Ne annemden ne de babamdan bir ses gelmiyordu. Kapıyı acar açmaz hızla mutfağa girdiğimden anca car car konuşmuş onlardan bir ses almaya yeltenmemiştim bile. Korktum. Salona doğru gittim. Ne annemi ne de babamı ikisine de göremedim. Sonra küçük odaya, Banyoya tuvalate her yere baktım. Bir yere gitmiş olamazlardı. İkisi de uzun yıllardır yatalak hastaydı. Çok nadir tek başlarına kalkıp yürürlerdi. Çoğu zaman ayağı kalkıp bir yere gidebilmeleri için benim yardımcı olmam gerekiyordu. İyice korkmuştum fakat o an aklıma bakmadığım tek bir yer kaldığı geldi. Hemen üst kata, balkona koştum. Oradaydılar. Değneklerini almış dışarıya doğru bakıyorlardı.
-Anne, baba. Çok korkuttunuz beni. Nasıl çıktınız buraya? Ya bir şey gelseydi başınıza, düşseydiniz. Niye beni beklemediniz?
-Kızım bak, dedi annem. Sonra elindeki kavanozu gösterdi. İçinde bir tırtıl vardı. Aynı düğün alayının orada gördüğüm gibi gözünden irin akması beklenen o tırtıl gibiydi.
Nedir bu diye soramadan annem anlatmaya başladı. “Bizim düğünümüzde de buna benzer bir tırtıl vardı. Kavanozu aşağı fırlattığında eğer tırtıla zarar gelmez, ondan kan akmazsa güzel bir evliliğin olacağı manasına gelirdi. Balkonda buldum tırtılı bu sabah. Babana eskileri yad etmek içinde ötelerden gelen davul zurna sesine kendimizi verip uzun uzun sohbet ettik. Senin gelmen de epey zaman aldı. Hani nerde balıklar?
Bu garip adetin yıllar evvelinde de var oluşu beni çok etkilemişti. Hala daha saçma geliyordu ama annemlere bahsetmedim tabiî ki bu düşüncemden. Balıkları sofraya getirdim. Uzun, bol kahkahalı çok güzel bir akşam yemeği oldu. Aynı eski balık sofrası fasıllarımız gibiydi. O akşamdan iki ay sonra da düğünlerindeki tırtıldan kan akan çiftin boşandığı haberini aldık. Ne garip. Ay ama biraz da komik. Her şey bir tırtıldan akan kana mı irine mi bağlıydı yani? Denk geldi bence. Onlar evliliklerini idare etmeyi bilememişler. Hata orada. Hikmet aramıyorum. Anneme bakıyorum, sonra gülümseyen yüzündeki sebepleri arıyorum. Koca ömrüne sığdırdığı kederlerin nasıl bir bakışıyla geriye saklandığını düşünüyorum. Babamın onun gözlerine değen bakışlarıyla hayat bulduğunu anlıyorum. Onları birbirlerine bağlayan bir irinli tırtıl değildi, kendi elleriyle dokudukları bir sevda ipliğiydi. Bir dakika? Bana doğru bir cisim geliyor… Terlikkk.
-Tamam tamam, geldim. Şimdi hazır kahveleriniz.
Kahveleri hazırladım. Radyoyu hafif kısık bir tonda açtım. Bir türkü başladı.
Beni dertten derde saldın/Şu gönlümü nasıl çaldın/Mecnunum Leyla’ mı buldum/Güzel bu nasıl sevdaymış (https://www.youtube.com/watch?v=U7b3ByRDdHQ )