Ay Toldı

Alime Büşra Hamzayev

Kelimeler: Tırtıl, Cop, İrin

Zorluk: Bütün cümleler olumsuz olacak. Kullanmadım.

Ay Toldı

Sağıma döndüm. Karanlık. Soluma döndüm. Hafif bir ışık huzmesi. Anlamakta zorlanıyorum. Hangi zamanda, hangi olayın içindeyim. Başımın üzerinde yaklaşık dört metre duvar. En tepeye yakın demir parmaklıklı küçük bir pencere. Huzme, ne de hoş sızıyor buradan.

Hemşire yine ilaç getirdi. İçmemek için direnmedim. Hep direnirler. İlacı ağızlarına atıp dil altına saklarlar böyle yerlerde. Hep böyledir anlatılan hikâyelerde. Şimdi biraz da gerçeklere dönelim, ne dersiniz? Ben hiç direnmedim. Çünkü güvendim. Güvenmekten başka çarem yoktu. İyi olacağıma, tek bir zamanda yaşayacağıma ve yaşadığımı hissedeceğime inandım. Kimin yüzde kaç dürüst olduğunu bilmediğimiz bu dünyada; kimin doğruyu söylediğini nereden bilebilirdim ki! Bana göre tek doğruyu söyleyen O’ydu burada. Doktorum.

Hastalığın teşhisini binlerce kez yenileyen doktorum. Benim bebekken gördüğüm olaylara binaen böyle olduğumu iddia ediyor. Bilinç dışından arta kalanların oluşturduğu bir dünyada yaşadığım gerçeğini inkâr etmiyorum. İyileşmede beni zorlayan tek durum, iki farklı dünya arasında gidip gelmem. Çabalarken, ansızın o çabanın da hayal dünyasında olduğunu fark etmem. Bu benim bütün enerjimi alıyor. E tabi bir de bedensel hastalıkların eklenmesi. Doktorumla her gün görüşmelerimiz oluyor. Bazen on beş dakika, bazen yarım saat, bazen daha uzun. Fakat yine bunun hangi dünyamda olduğunu ayırt edemiyorum.

Doktorum geldi.

-Nasılsın?

-Nevrotik olduğumdan daha iyiyim. Siz?

-Seni böyle gördüğüm için oldukça iyiyim.

-Tırtılları getirmedin bu kez?

-Tırtıllarını görevliler getiriyor.

-Peki. Bugün nelerden konuşacağız?

-Bugün neler düşündün? Öncelikle onlardan bahset.

-Şu uzun duvarı, parmaklıklı pencereden gelen ışığı ve buradan ne zaman kurtulacağımı. Güneşe ve yağmura korkmadan eşlik edebileceğim o eşsiz zamanı düşündüm.

-Peki şu her zaman bahsettiğin diğer dünyanda?

-Şu uzun duvarın bir okyanus olduğunu. Bu huzmenin kayığımın suda yaptığı dalgalar olduğunu. Durmadan kürek çekip şu pencereye, yani adaya ulaşmaya çalıştığımı. (Ayağa kalktım o anda, kollarımı uzattım iki yana ve bağırarak.) Küreklerimin titrettiği ayın çehresine dalıp gittiğimi.

-O çehrede neyi görüyorsun?

-Kendimi, bir de onu.

-Yine mi o?

-Evet hem de öyle masum öyle naif ki… Sonra, sonra ona bu şiiri okuyorum.

-Hangi şiiri?

-Seher vakti iki hurma ağacıdır gözlerin

ya da iki balkon ayın terk ettiği

Aylar gibi dans eder ışıklar nehirde

bir kürekle hafifçe titretilen, seher vaktinde

-Bu şiir nasıl da heyecanlandırıyor seni.

-Nasıl heyecanlandırmasın? Gözlerimde olana gerçekte yok diyorsunuz. Orada yaşadığın burada olmadı diyorsunuz. Peki bu heyecan? Göğsümle midem arasındaki ağrı? Bunu da açıklayabilir misiniz, tıbben? Tıbben buna ne diyeceksiniz? Anksiyete, nevroz, stres mi? Hissettiğim o yoğun duyguyu sizin var dediğiniz dünyada hissetmiyorum ben. Tam aksine tek başıma içinde heyecan duyduğum ama bir anda da yalan olduğunu hissettiğim dünyamda…

-Evet biraz bunun üzerine konuşalım. On üç yaşına kadar her gece korkup annenin yanına gittiğini söylemiştin.

-Evet. Her gece benzer rüyayı görüp korkardım.

-Rüyanda uzun ve zayıf, kısa ve şişman değişik tipte insanlar görüyordun değil mi?

-Ellerinde cop, bana doğru gelirlerdi.

-Buradaki cop ne biliyor musun?

-???

-Göğsün ve miden arasındaki ağrı. Bilinç dışında kalmış olan cop sende bir ağırlık hissini andırıyor. Aslında büyük ve sana acı veren bir korku.

-Yok artık o kadar da değil doktor.

-Kesin bir şey diyemem ama şu an için böyle düşünüyorum.

-Peki benim iki dünyamın olması?

-Sen farkında değilsin ama küçüklüğünden beri bu bahsettiğin ikinci dünyada yaşamışsın. Bazen korkuların, bazen hüzünlerin, bazen şimdi olduğu gibi heyecanlarından ibaret olmuş bu dünya. Ne zaman büyümüş, gerçek dünyayı yani insanların var olduğu dünyayı fark etmişsin o zaman yıkıntılar başlamış. Sorgulamaların, çaresizliklerin...

-Peki nasıl olacak doktor?

-Zamanla, güven. Önce şu yaralarından kurtaracağız seni.

Hemşire geldi o sırada. Vücudumdaki yaraları ve akan irinleri temizlemek için geldiğini elindeki alet edavattan anladım. Bu olayı hiç sevmiyorum.

-Ben çıkıyorum dostum, görüşürüz. Kolay gelsin, hemşire hanım.

-Teşekkür ederim doktor.

-Yine sen mi geldin? İstemediğimi kaç defa söyleyeceğim?

-Şu tırtılları yemeyi bırakırsan irinlerin oluşmaz ve ben de bununla uğraşmak zorunda kalmam.

-Tırtılları yemezsem ölürüm.

-Sana kim diyor bunları, tırtıllar mı söyledi yoksa? Sus, gülmekten yapamıyorum.

-Peki, sustum. Ama yeşil yeşil çok tatlı değiller mi?

-Susmuştun?

-Ha. Tamam. Böyle tüyleri beni irite etse de onları mideme indirince o hissi anlatamıyorum işte.

-Daha ne kadar devam edeceksin. :))

-Deniyorum olmuyor. Sevdiğim ve beni heyecanlandıran şeyleri deli gibi anlatasım geliyor.

-Seni heyecanlandıran beni irite ediyor. Al, bitti. Temizlendi yaraların.

-Hemşire.

-Efendim?

-Benim iyileşeceğime inanıyor musun?

-Tırtılları yemek yerine sevmeyi denersen, evet. Görüşürüz.

Her gün aynı şeyler oluyor. Hayır, inanmamalıyım buna. Her gün aynı şeyler olmuyor. Heyecanlıyım. Tırtıllarla buluşmama az kaldı. Güneş ışıkları azalıp, soluma düştüğünde tak tak ayak sesleri gelecek. Ardından minik dostlarım. Tam bu saatlerde içim kıpır kıpır oluyor. Delicesine gülesim geliyor. Gülüyorum, hatta ansızın gelen bir kahkaha. Ardından dudakların yerçekimine karşı gelememesi. Ve kahkaha ile ağlamanın buluşma noktası. Duygular arası geçiş. Duygular arası eşsiz muhabbet. Kahkahanın gözyaşına kahkahası. Mutluluğun gözyaşına omzunu göstermesi. Gözyaşının gözlere, göğe bakalım çağrısı. Kutlu çığlık sahnesi…

Tak tak, bu ses kalbimden mi yoksa ayaklardan mı? Evet, her gün tam bunu düşündüğüm andan sekiz saniye sonra kapı açılır. Biiir, ikiii, üüüç, dööört, beeeş, altııı, yediii… Çıkııırt.

Ellerim titriyor. Bu minik kutuyu tutamayacak kadar. Gözyaşlarım da üstümü ıslatacak kadar hızlı.

-Teşekkür ederim.

Kutuyu aldım. Bu his eşsiz. Dostlarım geldi. Kapağı açtım. Sizi öyle özledim ki… Keşke hep yanımda olsanız. Her güzel şeyin bir sonu vardır. Hikayeler güzel sona kadar anlatılır. Siz benim güzel sonlarım. Biliyorum içimde benimle kalıyorsunuz. Her şeyim, dayanağım, sırtıma eminlik veren anacığım. Kardeşim, dostum, dünyanın en temiz kalpli hep güzellikleri hak eden ablacığım. İçinde dağları barındıran, düşünceli, yumuşacık kalpli abiciğim ve ablam öldüğü gün hep orada kalan, tertemiz kalpli babacığım. Öyle mutlu oluyorum ki sizi her gün bu saatte burada görmekten. Bana bütün sıcaklığınızı hissettirmenizden. Bir, iki, üç, dört tırtıl. Elveda. Yarın görüşürüz canım ailem. Hey! Dostum, herkes beni iterken, herkes bana kin dolu bakışlar atarken, kendisine kaçtığım kardeşim. Seninle muhabbet etmeyi öyle özledim ki. Yine hangi kitaplarda kaldın. Yine hangi dostundan kazık yedin. Senin orada benim burada olmam beni çok üzüyor bunu unutma, olur mu? Yarın görüşmek üzere. Sen de nerden çıktın mahbubi. Benden adını gizleyip, hayal kırıklığına ilk uğratan sen, ne işin var? Ne hadle geldin buraya. Gel bakalım, bir daha gelmemek üzere sana da elveda. Ahhh sen. Ay toldım. Çehresini benden gizleyen sevgilim. Gel bakalım elime. Ne tatlısın öyle. Hadi o muhteşem şiirlerinden oku bir tane.

Ellerimle yukarı, daha yukarı kaldırdım seni. Hadi bağıra bağıra oku o muhteşem şiirini. Bak okuyamıyorsun. Okusana. O gün korkmadan nasıl okuduysan okusana. Korkak ve garipsin. Sen, şehrin tek insana indiği o insan. Sen, gözlerimin gönlümdekini her yere koyduğu insan. Sana da elveda…

Luk.

Kollarımdaki irinler her gün daha da büyüyor. Anlamıyorum. Yatarken çok acıyor. Yemek yedikten beş ışık huzmesi miktarı kadar sonra uykum gelmeye başlıyor her gün. Yatmaktan ve uyumaktan nefret ediyorum. Uyku kadar bana acı veren bir şey daha yok. Yatağım, solumda. Uyu der gibi bana bakıyor. Üzerindeki kahve nevresime güveniyorum her gün. Doktora güvendiğim kadar. Yumuşacık görünüyor. Bakalım bugün en çok nerem ağrıyor. Kollarımdan başladım yoklamaya. Sol tarafım daha az acıyor sanki. Soluma kıvrıldım. Ahh… Karnım. Oradaki yara bir hayli büyümüş. İçinden irin akıp duruyor. Nefret ediyorum. Nevresimi biraz toparlayıp yumuşak bir havuz elde ettim mi, biraz diner sanırım.. Evvet. Şimdi uyuyabiliriz.

-Yine ilaçlarını içmeden uyumuşsun. Ahh Ferruh. Bir bilsen ne halde olduğunu. Bir bilsen onların tırtıl değil kuşkonmaz olduğunu. Bir bilsen aileni yıllar önce kaybettiğini. Yaşadıklarını hatırlasan. Bu hastalığın geri dönüşü olmadığını, bir bilsen. İrinlerin ne kadar mideni bulandırdığını biliyorum. İlk zamanlar, her şeyin farkındayken bunu unutmak için hayal dünyamda yaşamak isterdim demiştin. Seni ciddiye almadığımız için özür dilerim. Sana, senin bana güvendiğin kadar güvenemediğim için.

-Doktor.

-Efendim Ferruh. Sen, uyumuyor muydun?

-Uyumaya çalışıyordum.

-Duydun mu dediklerimi?

-Evet ama yabancıca konuşuyorsun doktor. Ben yalnızca arapça değil, yabancıca da biliyorum. Biliyorsun değil mi? Ha. Bir de şiirce.

-Hahaha… Biliyorum. Bir tane okumaya ne dersin, şu geçen yarım kalan.

-Copun yerine koyduğum ağrıdan dolayı hatırladığım şiiri diyorsun. Göğsüm ve midem arasıyla konuşmam gerek, bir saniye.

-Şu ağrıya güzel bir isim bulsak güzel olur sanki, ne dersin?

-Ay toldı.

-Tamamdır.

-Başlıyorum. Ay toldı hazırmış.

-Peki.

-Seher vakti iki hurma ağacıdır gözlerin

ya da iki balkon ayın terk ettiği

Ay’lar gibi dans eder ışıklar nehirde

bir kürekle hafifçe titretilen, seher vaktinde

Sanki nabzı atıyor derinliklerinde, yıldızların

Şeffaf bir acı dolar sisine gözlerinin

Akşamın ellerini, denizin üzerine saldığı gibi

Kışın sıcağını barındıran sonbaharın titreyişi

Ölümü, doğumu, karanlığı, aydınlığı

Ve ağlamanın titreyişi bütün ruhumu uyandırır

Vahşi bir mutluluk kucaklar gökyüzünü

Mutluluğu gibi bir çocuğun, aydan korktuğunda

Sanki gökkuşağı yudumluyor bulutları

Damla damla eriyorlar yağmurda

Kahkaha atıyor çocuklar asma bahçelerinde

Ağaçlardaki kuşların sessizliğini okşuyor

yağmurun şarkıları

Yağmur

Yağmur

Yağmur

-Tenime değdiğinde acı hissetmesem. İrinlerim delicesine acı vermese, ne güzel olurdu değil mi, doktor. Güneşten ve sudan bu kadar mahrum kalmasam. Ne güzel olurdu. Ne güzel olurdu birazcık herkes gibi olsam.

-Belki Ferruh ama seni sen yapan sana verilen bunlar.

-Çocukluğum, acılarım, yaşantım ve hastalıklarımla mı?

-Evet, Ferruh. Hepsiyle. Bunları yaşamasan bu kadar esrarengiz olamazdın. Ben seninle tanışamazdım. Hayatımda hayran olduğum bir insan olmazdı. Sen böyle olmasan, ben böyle olamazdım. Seni herkesleştirmeyen beni de herkesleştirmedi. :)

Alime Büşra İnce