Dejavu

Betül Sümeyye Us

Neden bu kadar zor aynalara yer bulmak? Neden ben bu kadar kısayım. Tüm çabam, uyumak vaktinin gece olduğunu bilmeyen oda arkadaşımı sabahın beşinde uyandırmamak. Şu küçük sarı köşeli aynamı bir yere sığdıramadım, ama ne yapayım insan kendini şöyle bir etraflıca görmek istiyor. Dolabın köşesinden sarkıtsam aynayı, arkamdaki pencereyi de açsam, evet işte oldu görebiliyorum eşarbımın boyunu. İyi, yeniden yapmama gerek kalmamış. Tesettüre girdiğim ilk güne dönüyorum. Nasıl heyecanlıydım, bir “baş”la küçücük yaşımın tüm şımarıklığını atmıştım sanki üstümden. Çevremdeki herkes anlaşmış gibi tek ağızdan: “dönüşü olmayan yola girdiniz küçük hanım, aman dikkat…” Şu cümlenin devamını hiçbir zaman duymadım, çoğunlukla duymak istemedim. “Dönüşü olmayan yol…” Hah canım sizde! Sol şeritler ne içindi o zaman? Sizin gibi muhalefet olmak için değil efendim, her solda kendi yolunun sağıdır elbet. Komik geliyordu bana, ahrete ait kelimelerle dünyevi naralar atmalar. Şu dünyada dönüşü olmayan diye bir şey yoktu, en fazla yarım kalmışlık vardı, zannımca. Üç tane bileklikten başka bir şey olmadığına emin olduğum çekmecemi açıyorum. Gözüm kapalı, elimi uzatıp çekiyorum birini. Şeffaf boncuklu olan... Anlamını bile unutmuştum. Bir farklılık yapıp diğer ikisini de cebime koyuyorum. Ve bugün bu üç renkli boncukları takmak için bahane üretmeye davet ediyorum kendimi. Niye yapıyorum bunu? İnsanın delilikleri aşırı sevgisinden gelirmiş. En sevdiğimi şu şehirdeki ilk heyecanıma ortak etmek istiyorum.

Yüreğimde yolculuğa yeni çıkmış çocuk heyecanı, ellerimde soğuk sular birikiyor. Görmeye alışkın olmadığım zeytin ağaçlarının, ayçiçeklerinin, hiç tanışmadığım çiçeklerin arasında yürüyorum. Şehre yabancı ben, bana yabancı şehirde en özgür adımlarımı atıyorum. Hikâyemi benden başka kimsenin bilmediği bir kalabalığın içinde olmak... Korkunç değil, bu güzel. Gerçekten güzelmiş.

Her sokak köşesinde artıyor heyecanım. Kentsel dönüşümün uğrayacağı aslında son topraklar buralar ama anlam veremiyorum bir mahalle boyu plazalar, barlar, öte tarafta upuzun köy evleri, köy meydanı. Bir mahalle daha, villalar hemen ardında tarlalar, çiftlikler, yalın ayak çocuklar.

Yerleşkeden çıkmak üzereyim, yol bitiminde başlıyor yeniden ormanlık yol. Son durakta servisin alacağını söylemişti hocamız. Gayet erken çıktım aslında, saatimi yokluyorum. Otobüse binsem epey bir vaktim kalacak, binmesem yetişir miyim? Nerden bileceksin, bu yolu ilk defa yürüyerek tamamlıyorsun be kızım. Ayaklarıma bakıyorum, hemen önünde biriken yansımasına, çift taraflı destekliyorlar adeta “varız biz” diye. Yoksa tam tersi mi? Bak bir varız bir yokuz hesabı... Uzun süre bir yere bakınca andan soyutlanıyorum. Yine çocukluğuma dönüyorum. Yedi odalı koskoca evimize. İçerisi çok kalabalık, kapının arasında üç çift göz. Uzun süre içli içli dualar okuyor kadınlar. Annem her an fırlayacakmış gibi oturuyor köşede. İki yaş büyük ablam, ondan dört yaş büyük teyzem. O kadar çok uflayıp püflüyorlar ki, nefesleri pencere dibinde, ağustos böceklerinden yaptığım köprümü devirmeye yetiyor. Yere düşen sert kabukları fark edince, sıkıntıdan büzülen nefesleri sinirlenmek için boşanıyor. Misafirler tek tek kalkıyor, ama alt komşunun hiç kalkası yok. Teyzem, gelin benimle diyor. Mutfağa gidip tuz kavanozunu alıyor eline. Ablamla birbirlerine bakıp gülüyorlar. Merdivenlerden inip komşunun ayakkabısına tuz döküyorlar. Garipsiyorum. Ayağı mı kokuyordu ki kadının? İyi de bundan bize neydi?

Şimdi ayaklarımı ikna etmem için tuz mu dökmem gerek? Ama o sevmediğini kaldırmak içindi. Ah yine saçmalıyorum. Yürü kızım yürü, gelmedi bak otobüs falan. Cebimden diğer bileklikleri çıkarıyorum. Boncukların her rengine başka bir anlam atfetmişti dostum.

“Bu bileklikleri aldığım günden itibaren bana ait olmadıklarını hissettim. Senin emanetlerinmiş meğer. Senin için saklamışım bunca zaman. Saklarken kendimce anlamlar yükledim onlara. Ne zaman kalbime karanlık vesveseler üflense bir zar gibi çevir avucunda ve at önüne. Gözünü kapat ve çek birini.

Şeffaf olan masumluğun,

Yeşil olan dua zamanının,

Beyaz ise umudun olsun.

Karanlık vesveselerinden masum ışığınla, dua zamanın geldiğini fark ederek ve umutla kalk her zaman!” demişti. Canım Tuğçe, güzel dostum.

Yol o kadar güzel ki. Sanki ilk defa, hatırlamanın hiçbir sızısı olmadan sırtlanıyorum geçmişi. Yeni bir yola çıkmış olmanın verdiği heyecandan olsa gerek. Geldim sonunda, durakta geçen sınavdan arkadaşlar var. Sadece simalarından tanıdığım... Şehirler arası otobüsten emekli bir vasıta ile gidiyoruz çiftliğe. Yelesinde özgürlüğün rüzgarını sırtlayan atlara hayran hayran boxları geziyoruz. Amman efendim, ısrar etmeyin, unutmuş olmalısınız, bakın kulaklarına diyorum. Hah evet teşekkür ederim diyor kibar hanımefendi, fark etmedim sevmek heyecanından kulakları dik. Atilla hoca yaklaşıyor bu sırada güzel giriş, isim neydi? Nuray diyorum, memnun oldum. Sizle başlayalım hocam diyor, sakalları yanık sarı hocamız. “Buyrun” diyorum.

-Box içinde nelere dikkat etmeniz gerekiyor?

-Ata arkadan yaklaşmamak, ani hareket ve yüksek sesle yaklaşmamak, parfüm sıkmamış olarak gelmek, diyorum.

-Bileğimi işaret ediyor. Ve aksesuar bulundurmamak bunlara dikkat edelim. Haftaya böyle gelmeyin, tımara almam.

İlk ikazı almanın mahcubiyeti ile kafamı olur mahiyetinde öne eğiyorum.

Oradan altı kişilik grubun tek erkek öğrencisi heyecanla atılıyor, hocam biniş dersine gelmemiş miydik? Neden boxların yanındayız?

Hoca sert bir gülümseme ile “Sen deponu fullemeden, arabanı kontrol etmeden yola çıkıyor musun? Eğer burdaysan içindeki o güzel at sevgisini muhafaza et ve çizmene, üzerine bulaşacak her türlü pisliğe kendini hazırla. Yok diyorsan kapı orda.” dedi.

Sırayla herkesi boxa alıyor hoca. Ama tek başına. Önce beni de ürkütüyor bu durum. Başlıksız, eğersiz her ne vaziyette olursa olsun koca bir hayvanla tek başına küçücük bir odada, üstelik kapını da kendi üzerine kilitliyorsun.

Çaktırmadan kazağımın içine beyaz ve yeşil boncuklu bilekliklerimi saklıyorum. Sanki onlar olmasa giremem içeri. Yıllardır bunun hayalini kurdun sakin ol al şu ipi kızım. Kapının demir sürgüsünü çektim. Nefes alışverişim sıklaştı, Allah’ım korkmuyorum ama niye yani herkesin sırasında kafası uslu uslu önde olan çocuk niye benim sıramda arkasını dönüp yemlenme sevdasına düştü.

-Hocam bu durumda ne yapıyorduk. Yani hayvan beni görmüyor. Bir ayna mı koysaydınız hocam şu köşeye.

-Biraz daha kuyruğun dibinde durmaya devam edersen tekmeyi yiyeceksin suratına. Sakin ol en geniş tarafından duvara yaklaş. İple duvara vurup, ismini söyle, seslen. Yavaşça boynuna ipi at ve döndür başını kapıya. Hadi yapabilirsin.

Veni vidi vici!

Kalbim yerinden fırlayacakmış gibi çarpıyor. Nihayet ipi atıp, atı ön tarafa çeviriyorum. Boynunu okşuyor, yüzünü öpüyorum. Nasıl yaptığımı beni harekete geçiren şeyi bilmiyorum ama resmen şu an bir ata sarılıyorum. Çok garip, tüy yumağı, konuşmayan bir şeye sarılıp mutlu oluyorum. Bu his, bu koku… Yine çocukluğuma dönüyorum. Eşek sırtında, dedem önümde dört nala giderken ona yetişmeye çalışmam.

Başlığını takıp, ipini de demire bağlıyorum. Tam bu sırada kapının koluna takılıyorum. Üç bilekliğinde boncukları etrafa saçılıyor.

Garip bir yanma göz kapaklarımda. Gözlerimi ovuşturuyorum. Ensemde bir sızı, sanki sert bir şekilde yere düşmüş gibiyim. Nuray diye sesleniyor oda arkadaşım, iyi misin?

Aynalar kendini göstermek için değil ardını göstermek için varmış, anladım.

" Beni tanır mısınız orada oluşumdan

Geçip gitmeyip duruşumdan"

Not: Bir yolculuk halinde tamamlamaya çalıştığımdan dolayı bütün mahcubiyetim ile paylaşmış bulundum. Gözlerinize değen her kötü cümleden, hikaye olamamış bu metinden şahsım sorumludur. Hakkınızı helal edin (: