Bozkırda Bir Sabah

Sena Çelikçi

Bozkırda yaz akşamları seni seyrederdi/ seni seyrederdi ormanda gürbüz sabah

Gürbüz bir sabaha uyandı. Bozkırın uçsuz bucaksız renksizliği ve solukluğu içinde derin bir nefes aldı. Olmayacak bir akşamın hayalini tuttu. Akşamların çoğu zaman bir türlü olmayacağı tutardı. Gelmek bilmezdi. Beklendiklerinin farkındaymışçasına inatla gecikmekten çekinmezlerdi.

Gün ona yirmi dört saat değildi. Sanki sayıyla sınırlandırılamayacak kadar derin, uzun dakikalar kolluyordu onun peşini.Gürbüz bir sabah ile serin bir yaz akşamını kavuşturmak için bekledi tüm gün. Gelen giden olmadı. Ona bir selam veren olmadı. Gününü normale çevirecek biri çıkmadı. Sınırsız, aralıksız, duraksız saatlere bir durak eyleyecek normalin ne olduğunu gösterecek olan biri çıkmadı. Pencereyi kapadı. Bozkır seyrine bir son verdi. Akşamı beklemedi. Bekleyemedi. Kapıdan hızla çıktı, bozkıra koştu. Çalışan işçilerle selamlaştı. Sisteme küfretti. Bir tanesinin elinden kazmasını alıp toprağı oymaya başladı. Oydu, iyice eşeledi. Beceriksizliğinden mütevellit mahsule ulaşamadan hırsla kazmayı küreği fırlatıp koşmaya devam etti.

Ağırkanlı bir güneşle yaşanan kış/ Ağır, kanlı bir güneşle yaşanan hasat zamanı

Hem yavaş hem kendini göstermeye korkan hem her gün doğmaktan bıkmış bir güneşin ağrıkanlı, ağır ve kanlı hükümranlığı altında başlayan bu hasat zamanını yıllardır bekliyor gibiydi. Elinde bozkırın en yaman delikanlısı olduğunu muştulayan kara bir boncuk vardı. Koşarken onu düşürmesin diye öyle bir sıkmıştı ki en sonunda elindeki terden kayganlaşıp düşecek gibi olmuştu. Korktu. Düşmeden yakaladı ve cebindeki mendile sarıp sarmalayıp koynuna sokuşturdu. Boncuğun manasını sorgulamak bile istemiyordu çünkü bunları düşündüğünde zihninde cananlanan hatıralar ona acı veriyordu. Yıllardır bir avucunda bir koynunda durmaktan zaten siyahken iyice kapkara olmuş, kirlenmiş bu boncuğun manası kimilerine göre ya bir sevda fısıltısıydı ya da bir kayıbın acı hatırası. Sadece tahmin. Esaslı olarak bir bileni yok bu mevzunun.

Toprak ve yağmur savaşırlardı/ anahtar ve kilit/ birbirlerine girerdi ekmekle bulutlar/ Kan ve su /Nadirle zenit

Yeni bir şeyler eklendi koşturmasına. Önce gürbüz bir sabaha uyanmıştı, sonra uçsuz bucaksız bir bozkırda koşmaya başlamıştı. Hasat zamanı çalışan işçilerle selamlaşmış, olanı biteni anlamlandıramadan yoluna devam etmişti. Şimdi vardığı o yerde aniden bastıran yağmurun altında toprağın kokusunu içine çekti. Temiz, saf, hoş toprak kokusu birkaç saniyeden sonra yerini kana bulanmış bulanık bir suyun iğreti kokusuna bırakmıştı. Kan ve su. Biri temizken diğeri kirli. Ayrı ayrı farklı dünyalarda hayat bulan iki unsur. Biri iyiyi biri kötüyü temsil ediyordu sanki. Fakat birinden birinin diğerine bulaşması ikisini de kötü kılıyordu. O temiz, kimselerin ürkmediği saf su bir damlacık kan ile iğrenç bir hale bürünüyor, tiksinç bir kokuyu salıyordu etrafa. Burnunda toprağın yağmurla karışmış berrak kokusunu hissetmek istedikçe suya karışmış kan kokusu daha da keskinleşiyordu. Bu rezalet kokunun nereden geldiği şüpheliydi. Nefes aldıkça koku genzine yapışıyordu. Daha fazla koşamadı. Yağmur azalmıştı. Olduğu yere çömeldi. Biraz soluklandı. Koynuna sokuşturduğu mendile sarılı kara boncuğa uzun uzun baktı. Bir anlam yüklemeye çalıştı. Olmadı. Atmak istese kurtulmak istese bu boncuktan onu da yapamazdı. Bir alışkanlık bir bağlılık mı vardı arada bilmiyordu. Başını göğe kaldırdı. Bu uçsuz bucaksız bulutlarla arasındaki husumeti düşündü. Bir ekmek kavgası, bir hasat, bir yalnızlık, ya da bir kalabalık, bir kaybediş ya da bir kazanış. Birbirlerine girdi ekmekle bulutlar. –birbirlerine girerlerdi ekmekle bulutlar-

Sonra yine iğreti kan kokusu. Saf su ve kirli kan karışımı. Mide bulantıları. Gökten başını aşağı indiriş. Kurulan bağdaşı bozuş. Mendile sarılı kara boncuğu koyna sokuş. Ve koşmaya devam.

Gövdene imrenirdi ok atmayı bilenler gövden aklın gibi engebeli ve dakikti/ sokaklarda kavga çıkardı senin yüzünden/ sen topuğunu gösterirdin ve dövüş başlardı

Koşarken o heybetli göğsünde ince gömleği havalanıp duruyor saçları ardından savruluyordu. Bozkırın tüm erenleri ona imrenir göğsünün ferah ve delişmen heybetine hayranlık duyarlardı. Yalnızdı. Çok korkak çok beceriksizdi aynı zamanda ama bunlar heybetinden bir şey götürmüyordu. İmrenilenler ile iğrenilenler bir torbada toplanıyor hep ona atfedililiyordu. Aklı engellerle dolu dik bir yokuştu. O yokuşu çıkarken bozkırdakilerle türlü kavgalar çıkardı. Bu kavgalar esnasında önce göğsünde saklı duran kara boncuğunu çıkarır sonra da topuğunun altındaki gizli aynayı gösterir ve kaçardı.

Birbirlerine girerdi ekmekle bulutlar kan ve su nadirle zenit.

Bucaksız ve uçsuz, uçsuz ve bucaksız bozkırın içinde alabildiğine koşup uzaklara kaçarken dönüşünü hiç hesaba katmadan bir kez daha göğe baktı, ekmekle bulutların kavgasına şahitlik etti. Kan ve su. İğreti koku. Delişmen göğsünde gizli kara boncuk. Nadir. zenit.

Sonra öldün/sonra ıslıkladılar seni/ gösterişsiz tabutunu yuhaladılar

Bozkırın diğer ucuna varması üç gününü aldı. Üç gün sonunda açlıktan, susuzluktan, peşini bırakmayan iğreti kan kokusundan, arkasında bıraktıklarının laflarından bitap düşmüş vaziyette bir kez daha olduğu yere çömeldi. Bu sefer takatsizdi. Bir kez daha ayağa kalkacak gücü kendinde bulamadı. Kendisine imrenenlerden, sokaklarda kavga edenlerden topuğundaki aynayı gösterip kaçırdıklarından eser yoktu şimdi. Tek başına koca bozkırın bir ucunda öylece kalakaldı. Derin bir nefes aldı. Heybetli göğsünde hırıltılar başladı. Bu hırıltılar ona birkaç sene evvel bozkıra ne sebeple geldiğini bilmediği, sonraları sevdalandığı genç kızın düştüğü ölüm döşeğindeki hırıltılarını anımsattı. O kız vermişti bu kara boncuğu ona. O gün, bozkıra gelişinden birkaç ay sonra plansız bir şekilde süregelen güzel muhabbetleri yerini sevdalı sözlere, kaçamak buluşmalara, bozkırda en uç noktalara kadar koşmalara bıraktığında başına ne türlü bir belayı aldığının farkında bile değildi. O kızı çok yersiz, çok zamansız bir şekilde sevmişti. Sevmenin yeri, zamanı, planı var mıydı orasını beyni hep çıkmaz sokaklara gire çıka kurcalar dururdu. Bir gün bozkırda oturmuş bulutların kavgasını seyre dalmışken usulca kolunu kızın boynuna dolamıştı. Kız ürkek bir kuş gibi titremişti kolları arasında. O sarılışın peşinden bir de yanağına uzanan tatlı bir öpücük gelmişti. O dakikadan sonra ikisi de imkansızlığın dehlizlerinde boğulup durmuşlardı. İyi bir başlangıcın sebebi olması gereken bu dakikalar onlar için bir son olmuştu. Kız onun kollarından sıyırılıp bozkırın bilinmezlerine doğru yürümeden evvel onun elini tutmuş, uzun uzun bakmış sonrasında avucunun içine o kara boncuğu sıkıştırıp öpmüş ve ayrılmıştı. O günden sonra bir daha o boncuğu yanından ayırmadı. Fakat kızın gidişine de engel olamadı. Çünkü eğer önünde dursaydı bir daha içinden çıkılmaz hata kuyularına düşer, boğulur kalırlardı. Ayrılışlarından birkaç ay sonra da kızın ince hastalığa yakalanıp ölüm döşeğine düştüğünde elindeki aynaya bakıp “dönüş, dönüş, dönüş” diye mırıldanıp göğsündeki hırıltılarla beraber son nefesini verdiği duyuldu. Bu haberle paramparça oldu tabi. Sonra o mırıldandığı sözlere bir anlam aramak istediğinden gürbüz bir sabah en son onunla beraber koştuğu bozkırın uçsuz bucaksızlığına kendini bıraktı. Kara boncuk ile aynaya söylenen mırıltılar muhakkak ona bir şeyler fısıldıryordu. Tüm bunların anlamını bulsa bile her şey için geç olmuş olacaktı belki de. Fakat korkmadı. Korkusunun eceline faydası da olmadı. Yığılıp kaldığı bozkırın ucunda göğsündeki hırıltılar iyice arttı. Elindeki kara boncuğa tekrar baktı. Hızlı hızlı delice yağan bir yağmur başladı. Son nefesini vermeden evvel tekrarladı. Dönüş dönüş dönüş.

Sena Çelikçi

Not: Bu haftanın öyküsünü yazmakta çok zorlandım. Zihnimde türlü türlü olaylar döndü durdu. Onlar döndükçe ben kelimelere aktarmakta güçlük çektim. En son elimden geldiğince İsmet Özel’in “Üç Frenk Havası” adlı şiirinden ilhamla bir kurgu oluşturmaya çalıştım. Üç kelimeyi ne kadar öykünün içine yerleştirdim bilmiyorum. Bazen yazdıklarımı sorgularken “Bu öykü mü şimdi?” diye de soruyorum kendime. Açıklamam bu kadardır teşekkürler :)