15. Hafta
Kelimeler: Ayna, Dönüş, Boncuk
Ek Zorluk: Dünyanın yok olmasının ertesinde geçen bir öykü yazmak.
DÖNÜŞ
Elini cebine attı. Cam boncuğun soğukluğu değdi parmaklarına. Kaygan, yumuşak yüzeyini okşadı, cebinden çıkarıp avucunda salladı beyaz renkli şeyi. Sonra ağzına götürdü onu. Dünyadan bir tat, bir doku, bir koku hatırlamaya çalıştı. Ama boncuğun buruk tadı ona istediğini vermedi. Ne kadar zamandır burada olduğunu çıkarmaya çalıştı ağzında boncukla. Burada zaman çok yavaş akıyordu.
O gün, yani dünyadan sonsuza kadar ayrıldıklarında dükkana gelen müşterilere boncukları gösteriyordu. Patronu o gün gelmediği için- o da diğerleri gibi virüse yakalanmıştı- hem kasaya bakıyor hem müşterilerle ilgileniyordu. Farklı renk,desen ve boyutlardaki envai çeşit boncuğu çekmeceli raflardan çekip çıkarıyor kararsız alıcıların önüne bırakıyordu. Bir yandan da akşam eşiyle çıkacağı yemeğin hayalini kuruyordu. Akşama doğru birden dükkanın dışından gelen bağırışmaları duydu. Herkes çıldırmış gibi dışarı koşuyordu. O da koştu. Gökyüzünün kara bir toz bulutuyla kaplandığını, her şeyi yavaş yavaş yutmaya başladığını gördü. Sonra...Sonrası işte buradaydı. Gözlerini açtığında her şeyin bitmiş olduğunu gördü. Onu şaşırtan şey bu ıssız yerde bir başına olmadığıydı. Yanında uzanan Mehmet’e bakakaldı. Yalnızca ikisi kalmıştı koca dünyadan geriye.
Bu yeni bulunduğu ortam dünyaya ne kadar uzaktaydı, dünyaya ne olmuştu, peki ya ailesine? Onları aramalıyım diye hışımla kalktı. Deli gibi sağa sola koşturdu ama Mehmet’le ondan başka görünürde kimse yoktu. Acıyla her şeyin yok olduğunu anladı. İşte, beklediği son gelmişti. İnsanlık sonunu hazırlamış, dünya artık dönmek istememişti. Haber kanallarında virüsün yayılma yönünü değiştirdiğini, önce hayvanlara sonra da değdiği her nesneye bulaştığını, böyle giderse ağaçların kuruyacağını, denizlerin içine doğru çekilip ufalacağını dinlemişti. Dünya,doğa vazgeçmişti. Elbette kendiyle beraber içindekileri de yok edecekti.
Dünya ikisini, yalnızca ikisini fırlatıp atmış,adeta buraya ışınlamıştı. Burası dünyaya hem çok benziyor, hem hiç benzemiyordu. Her türlü yiyecek ve suya rahatça ulaşabiliyorlardı. Bu çok tuhafına gitti başta Zeynep’in. Sonra anladı ki bir nedeni vardı bu kurtuluşun.
Dünyada tek yayılan virüs değildi. Daha tehlikeli bir şey hızla herkese bulaşıyor,insanlığı tehdit ediyordu : kayıtsızlık. Zeyneple Mehmet bu salgına tutulmayan son iki kişiydi. Etrafında olup biten zulüm ve haksızlığa kafa yormaktan, bir çıkış yolu aramaktan geceleri gözlerine uyku girmiyordu ikisinin. İnsanları uyarmak, uyandırmak için her türlü yolu denemişler ama tek bir insanın yüreğini bile titretememişlerdi.Kendi ailelerinin bile... Sonunda dünya da çabalarının işe yaramadığını, yaramayacağını gösterircesine dönmekten vazgeçmiş, yavaş yavaş küçülmüş ve yutmuştu işte her şeyi.
İlk zamanlar zor olur. Zeynep için de öyle oldu. Çok ağladı ailesini sonsuza kadar kaybettiği için. Peki onların hiç mi suçu yoktu? Herkesi içine dönmesi, durması düşünmesi için her türlü afetle uyarmıştı dünya. Evlere kapattı yaptıklarının farkına varsınlar diye. Doğanın insansız nasıl kendini yenilediğini görüp feyz almadılar. Hiç akıllarına gelmedi doğanın değil kendilerinin misafir olduğunu. Tüm hastalıklardan, afetlerden sonra bile tek söyledikleri ‘Bize ne!’ idi. Kendi ailesi bile artık geri döndürülemez bir umursamazlık içindeydi. İşte, hak ettiğini bulmuştu insan denen zalim varlık. Ama ya iyilik, ya umut? Onlar bu hikayenin neresinde kalıyorlardı?
“Olan oldu Tanrım! Şimdi beni bu olanların ağırlığından kolla.” Bir yerlerde okumuş olmalıyım bu dizeleri. Buraya gönderilmiş olmamın bir sebebi olmalı. Tüm o çabalarımın bir sonucu. Bir mükafat mı?
Elini yine cebine attı. Buraya fırlatılmadan önce yaşadığı panikle, insanlar sağa sola kaçışırken, çakılıp kaldığı yerde gayriihtiyari cebine atmıştı elindeki boncukları.Ama o da ne? Cam boncuklardan birinin üzerinde bir ışıltı fark etti.Aynaydı bu, ufacık bir şey. O küçücük parçada göreceği şeyden korktu, elleri titreyerek baş hizasına yükseltti aynalı boncuğu. İşte, tanıdık ama bir o kadar uzak çehresi. Yaklaştırdı, uzaklaştırdı. O küçücük parçada kendini gördü. Yüz hatlarını tanıyamadı başta. Bunun nedeni aradan geçen süre değildi belli ki. Dünyadayken de kendiyle gözgöze gelmeyeli çok uzun zaman olmuştu. Etrafındakilere gösterdiği ilgiyi, şefkati kendinden hep esirgemiş, ‘Nasılsın?’ diye bir gün sormamıştı kendine. O an bir ışık yandı zihninde; Buraya gönderilişim bundan. Kendime, özüme dönmeye geldim.
Sonraki günlerde uzun uzun düşünmeye çok zamanı oldu. Mehmet başlarını sokacakları bir ev inşa etmeye çalışıyordu. Sevdiği adamın yüzünde gördüğü ışıltı her geçen gün artıyor muydu, ona mı öyle geliyordu?
Ertesi sabah yine aldı eline, okşadı eski hayatından kalan yumuşak nesneleri. Özünden parçalar. Sonra aynaya baktı. Yüzündeki genişleme, ışıldama hoşuna gitti. Her geçen gün daha da güzelleşiyorum. Bunaldığı zamanlar defterinden okuduğu ve kendine sık sık tekrarladığı şu cümleyi hatırladı umutla:
Hayatın altüst olacak diye endişeleniyorsun. Nerden biliyorsun altının üstünden daha güzel olmadığını?