Ek zorluk olarak George Floyd olayını kullandım.
BAZEN YAŞAM
İnsanların kaderleri benzermiş. Bunu düşündüğümde on üç yaşımdaydım. Yetiştirme yurdundan evlatlık verildiğim yaştaydım. Keşke deli olarak doğsaydım dediğim yaşta.
Yağmurlu bir pazartesi günü diye bahsetmek isterdim o günden. Fakat hava öylesine güzeldi ki… Yeni hayatımın ilk günü olarak adlandırdığım o günü şimdilerde hatırlamak bile istemiyorum. Bir çarşamba günüydü. Beyaz tenli olan yurt müdiresi, Bayan Sara, beni odasına çağırdı. Korkusuzca gittim. Gözlerine baktım Bayan Sara’nın, sonra beyaz yüzüne ve ellerine. Düşünceler zihnimde fink atmaya başladı; yurdun tüm çalışanları siyahken, yurttaki bütün çocuklar siyah tenliyken Bayan Sara beyaz tenliydi. Arkadaşlarım ara sıra konuşurlardı, kulak kesilirdim söylediklerine ama belli etmezdim. Bayan Sara’nın pek güneşte durmadığını düşünürlerdi. Teninin beyaz oluşunu buna yorarlardı. Bazen konuştuklarının birer saçmalık olduğunu düşünsem de ses çıkarmazdım, böyle düşünmelerinin onlar için daha iyi olduğunu düşünürdüm. Hatta bir gün oda arkadaşım Clinton ile bu mesele üzerinde konuşmuştuk. Clinton, Bayan Sara’ya karşı öfkeli olduğunu söyledi durup dururken. Şaşırdım, neden diye sordum. Bayan Sara’nın odasının yakınından geçerken duymak istemeyeceği şeyler duyduğunu, ondan nefret ettiğini söyledi. İrdelemek istemesem de, duyacaklarımdan mutsuz olacağımı hissetsem de dinledim anlattıklarını. Yurda haftalık gelen gıda paketleri dışında hayrına gıda paketleri gönderen aileler olduğunu duymuş Clinton. Gelen paketlerdeki şekerleri bize vermediklerini; Bayan Sara’nın çocuklarına götürdüğünü işitmiş Clinton. Öfkeden oturduğu yerde duramıyordu. Hatta aynen şu cümleyi kurmuştu Clinton; “Neymiş, biz siyahlara niye şeker vereceklermiş. Onlara yaşayacakları kadar gıda veriyoruz şükretsinlermiş. Bize su bile verdiklerine şükretmeliymişiz. Ederimiz olmasa bizi bir dakika bile burada tutmazlarmış. İnanabiliyor musun James? Lanet kadın, nefret ediyorum ondan!” Clinton sakinleştiğinde onunla bir plan yaptık. Gelen gıda paketlerinden şekerleri alacaktık. Çalacaktık demiyorum çünkü onlar bizim hakkımızdı. Bu şekerlerin bizim hakkımız olduğunu Bayan Sara’ya söylemeliyiz diye düşündüm. Bu düşüncemi kafamdan silmem pek kolay oldu. O akşam, baskın yapmaya gidecekken bir şeyler ters gitti. Odamızdaki bir çocuk tuvalete kalktı; bu planımızda yoktu fakat bir problem doğurmayacağını düşündük. Ses yapmamaya gayret ederek gıda paketlerinin olduğu kata hızlı hızlı indik. Yiyecek odasının kilitli olduğunu düşünerek kapının kolunu indirdim. Hayret, kapı açıktı. Clinton’la birlikte içeri girip kapıyı aralıklı kalacak şekilde kapattım. Açılmış kolilerden şekerleri alıp ceplerimize doldurduk. Tıka basa dolan ceplerimize bakarak gülüştük. Clinton’ın bu gülüşü aklıma kazındı, hiç unutmadım. Aralıklı kapının kolunu kendime doğru çekip Clinton’a baktım. Haydi dedim sessizce. Adımımı eşikten atınca karşımda Bayan Sara’yı gördüm. Kaşlarını çatmış bize bakıyordu. Dilimi yutmuş gibiydim. “Siz ne yaptığınızı sanıyorsunuz aptallar!” diye kükredi. Clinton arkadan tişörtümü tuttu, eli titriyordu. “Şşşeey, Bayan Sara…” diye mırıldandı Clinton. Bayan Sara arkama, Clinton’a baktı. Clinton’ı tamamen kapattım, Bayan Sara’nın bakış açısına girdim. “Ne yapmışız? Çocuklarınıza götüreceğiniz şekerleri unutmuşsunuz, onları aldık. Bizim için gelen şekerleri aldığımız için özür dilememizi mi bekliyorsunuz Bayan Sara? Eğer özür dilersek, işte o zaman gerçek bir aptal oluruz.” dedim nefesim kesilmeden. Yürek yemiş gibiydim, cümlelerim daha da cesaretlendirdi beni. Bayan Sara kızgın boğaya döndü. Telefonunu cebinden çıkarıp 911’i aradı. Hırsızlık ihbarı yaptı. Polisler gelene kadar öylece dikildi karşımızda. Boğayı andırır nefes alış verişleri görülmeye değerdi. Çok geçmeden siren sesi duyduk. Yurdun güvenliği ile birlikte iki polis geldi yanımıza; yiyecek odasına. “Merhaba Bayan Sara.” dedi iri cüsseli sarışın polis. “Bu iki küçük şeytan için gerekeni yapın. Bana hakaret de ettiler. Ne gerekiyorsa yapın!” Gerçekten kızmıştı Bayan Sara, ben ise keyifleniyordum. Polisler ikimizi de karakola götürdü. İkimizi ayrı ayrı odaya aldılar. Clinton’la ayrılırken ona asla geri durmaması gerektiğini söyledim. Ama pek güvenemiyordum; çünkü Clinton laf etmeyi severdi, biraz pısırık bir çocuktu.
Bulunduğum odadan Clinton’ı götürdükleri odanın kapısı görünüyordu. Polisler girip çıkıyordu oraya. Fakat benim yanıma kimse gelmiyordu. Uzunca bir süre bekledim. Gün doğumuna az kalmıştı, göz kapaklarım indi inecekti. Bağrışma sesiyle canlandı gözlerim. Ne oluyor diye kulak kesildim, Clinton’ın sesiydi bu. Boğuşmaya dönüşen ses beni daha da meraklandırırken endişelenmeye başlamıştım. Çıkamıyordum bu lanet yerden de. O sarışın, iri cüsseli polis çıktı Clinton’ın olduğu odadan. Elinde şamdan vardı, kanlıydı. Gözlerim yuvalarından çıkacak gibi oldu. İri cüsseli sarışın polis, “Şunu götür temizle, sonra odama koy.” dedi yanındaki polise. Göğsüm hızlı hızlı inip kalkıyordu. Kapıyı yumruklamaya başladım. Beni odadan çıkarmaları için ağzıma ne geldiyse bağırdım. Çabalarım boşaydı. Yorulmamla kaldım. Oturdum, sindim odanın bir köşesine. Olabilecekler aklıma geldikçe çıldıracak gibi oldum. Ağlamadım ama. Clinton için ağlamadım. Ne yapabilirlerdi ki. En fazla ne yapabilirlerdi dedim defalarca. Bacaklarımı kendime doğru çektim, kollarımla bacaklarımı sardım. Başımı dizlerime yasladım. Ne yapabilirlerdi ki? Ağlamaya başladım. Bunlar her şeyi yaparlardı. Daha çok ağladım. Cebimden şekerler düştü yere. Onlara baktım, daha çok ağladım. Diz kapaklarım sırılsıklam oldu.
“Haydi, küçük kara şeytan.” dedi bir ses. Kafamı kaldırdım; karşımdaydı sarışın iri cüsseli polis. Clinton nerede, dedim hemen. Muzip bir ifadeyle, “O biraz bizim misafirimiz olacak.” dedi polis. O polisin yüz ifadesini asla unutmayacaktım. O an yemin ettim içimden. Clinton nerede, dedim tekrar. Kolumdan tuttu polis, “Laf anlamaz mısın sen, kara şeytan.” dedi, iğrenç, pislikçe bir ifadeyle. Karakoldan çıkıp beni yurda götürdüler.
Clinton bir daha yurda gelmedi. Yatağındaki çarşafı sökmüşlerdi ben odaya gittiğimde. Eşyalarını ise siyah bir torbaya doldurup götürdüler. Clinton’ın o bağırışları günlerce beynimde yankılandı. Geceleri ise o sesler giriyordu odama. Sanki Clinton’ın yatağında kanlı bir şamdan görüyordum her gece. Gözlerimi sıkıca kapatıyordum, korkuyordum.
Havanın çok güzel olduğu o gün; Bayan Sara beni odasına çağırdığı gün… Bacaklarım titreye titreye gitmiştim odasına. Asla Bayan Sara’dan korkmuyordum. Fakat Clinton’la ilgili kötü bir şey duyacağım diye ödüm patlıyordu. Bir gün gelecek umuduyla Clinton’ı bekledim aylarca. Gelmedi ama ben umudumu hiç kesmedim. Kâbusum olan o kanlı şamdana rağmen. “Canım.” dedi Bayan Sara, bana bakarken. Midem bulandı, yüzüne bakmayı kestim. “Bu hanımefendi ve beyefendi senin için geldiler. Onlara merhaba demek istemez misin?” Bu, onlara hemen merhaba de, demenin bir başka haliydi. Bayan Sara’nın iki yüzünden diğeriydi. İkisi kıyas dahi edilemezdi, ikisi de berbattı.
Baktım hanımefendi ve beyefendiye. Gülümsedim. Onlar da tebessüm ettiler. Bayan Sara bu ailenin çocuğu olmadığını; beni evlatlık almak istediklerini, yaşamıma onlarla devam edersem daha rahat edeceğimi ve buna benzer şeyleri sıraladı. Öylesine ilgiliymiş gibi konuşuyordu ki. Masasındaki şekerlere baktım, gözlerim gözlerine gitti; Clinton nerede, dedim. Masadaki şekerlere bakıp gülümsedi, “Canım bunu sonra konuşalım mı?” deyip geçiştirdi. Ne beklenirdi ki bu lanet kadından.
O gün o hanımefendi ve beyefendiyle gittim. Onlar da benim gibi siyahiydi. Kocaman bir evleri vardı ve benim için hazırladıkları çok güzel bir oda. Günlerim çok güzel geçiyordu. Ailenin ne olduğunu onlarla anladım. Kardeşin ne olduğunu Clinton’la anladığım gibi.
Hafif bulutlu bir gündü, dışarı çıkmıştık anne babamla. Onlara anne baba diyordum, daha iyilerine rastlar mıydım bilmiyorum. Bir parkta oturduk. Kuşlar cıvıldıyordu, insanlar geçiyordu etrafımızdan. Beş altı yaşlarında bir çocuk oturmuş parkın bir köşesine, önünde laleler, bekliyordu. Alıcısı olmuyordu lalelerin. Neredeyse bir saat oturduk parkta. Bir kişi bile yaklaşmadı çocuğa aksine yanından geçerken burun kıvırdılar. Bir sonraki gün aynı yere gittim. Bu kez tektim. Aynı çocuk, aynı yerdeydi. Dün olduğu gibi; tezgâhına kimse uğramıyordu. Siyahi olduğundandı insanların bu tavrı. Biraz daha büyüdüğünde eğer hâlâ bu parkta olacaksa, insanların burun kıvırmasının nedenini çok daha iyi anlayacaktı.
“Hey, ufaklık! N’apıyorsun burada?” Yanına yaklaştım. “Laleleri satmaya çalışıyorum.” dedi gülümserken. Yanına eğildim, “Neden lale satıyorsun peki?” Dedim bu kez. “Satmam gerek.” İrdelemedim. Cebimdeki bütün paraları çıkardım, “Bunlarla ne kadar lale alabilirim?” dedim. Çocuğun kaşları kalktı. Önüne bütün laleleri alabilecek kadar para koydum. Belki daha da fazla. Saydı paraları, “Hepsini alabilirsin, bu paraları da geri alabilirsin.” dedi artan parayı bana uzatarak. Aldım uzattığı parayı. “Teşekkürler.” Laleleri alarak yanından ayrıldım. Eve gelene kadar yolda kaç çocuk gördüysem hepsine bir tane lale verdim. Yarın oldu, aynı yere gittim, lalelerle döndüm eve. Yolda gördüğüm çocuklara dağıttım laleleri.
Bir gün, elimde lalelerle Minnesota’ya gittim. Elimde beş lale kalmıştı. Karşımdaki manzarayla donakaldım. Clinton’ın odasından çıkan o iri polise benzer bir polis, yüzüstü yapmış siyahi bir adamın boğazını diziyle bastırıyordu. Su istiyordu yerdeki adam. Polis etrafta tepki gösteren insanları umursamayarak devam ediyordu. İçime düşen korkuyla uzaklaştım oradan. Odamın bir köşesine sinip ağlamak istedim. Koşarak eve gittim. Elimdeki laleleri sordu annem. Cevap veremedim. Odama gidip yatağıma girdim. Komodine bıraktığım laleler günlerce orada duracaklarından habersiz capcanlıydılar.
İnsanların kaderleri benzermiş. Bugün bunu bir kez daha anladım. Akşam haberlerde bugün karşılaştığım olayı gördüğümde, George isimli o adamla Clinton’ın kaderlerinin benzer olduğunu düşünmeye başladım. Korkunç bir düşünceydi bu. Gece oldu. Baş ucumdaki laleler solmaya yüz tuttu. Uyku girmedi gözüme. Clinton’ın o son gülümsemesi odamın bir köşesine yerleşti; tüm gece benimleydi. Şeker paketlerinin hışırtıları… Şamdandaki o kıpkırmızı kan… Odam çok kalabalıktı; yaşamaksa ağır bir yük.