Lale Bahçesini Dinleyin

Emine Ecran Şenel

Sevgili okur, birazcık uzun bir hikaye oldu özür diliyorum. Umarım okurken sıkılmazsınız. Aslında biraz da fotoğraflardan dolayı uzun gibi görünüyor. Kolay gelsin:)

LALE BAHÇESİNİ DİNLEYİN

Sabah beşten sonraki iki saatlik uykunun ardından hazırlanıp işe geldim. Her şey her zamanki gibiydi. Birer ikişer üçer beşer insanlar gelip masalara oturuyorlardı. Mecburi bir güler yüzle siparişleri alıp servis yapıyordum. Kalabalıktı. Müşterilerin muhabbetleri bir uğultu oluşturuyordu. Patron yine eskilerden çalıyordu “Kapıldım gidiyorum bahtımın rüzgarına...” Bu masadan şu masaya koştururken “Mert” diye bir ses duydum. Etrafa bakındım arkadaşların hepsi kendi işiyle meşgullerdi. “Başka birine seslendiler galiba” diye düşünüp gidecekken tekrar “Mert” dedi o ses. Bu sefer masalara bakmaya başladım. O da ne? Fakülteden Muhammed. Filistinli Muhammed. Hemen yanına koştum. Çok severdim kendisini. Şeker gibi çocuktu. Bütün güzellikleri yüreğinde toplamıştı sanki. Kısa bir hâl hatırdan sonra mesai saati olduğu için işimin başına dönmem gerektiğini söyledim. Numarasını alıp tanından ayrıldım. Ertesi gün izin günümdü ve haberleşip buluşacaktık. Yorucu bir gün olmasına rağmen onu görmek iyi gelmişti bana. Öğrencilik yıllarımı hatırladım. Umut dolu, heyecanlı yıllarımı. Sanki o yıllara geri dönmüştüm.

Heyecandan sabahı zor ettim. Kahvaltımı yapıp yola çıktım. Muhammed çok dakikti onu bekletmemeliydim. Sözleştiğimiz yerde buluştuk. Uzun uzun muhabbet ettik. Türkçeyi bayağı ilerletmiş. Önceden pat çat konuşması hoşuma giderdi. Takılırdım bazen. Arapça bir kanalda spikerlik yapıyormuş. İşinden memnunmuş. Ben iş bulamadığımı, bu yüzden garsonluk yapmak zorunda kaldığımı anlattım. Bu durumun beni çok yıprattığını, mutsuz ettiğini söyledim. “Neden üzülüyorsun anlayamadım? Sen öğrenciyken gazeteciliği para kazanmak için değil sevdiğin için seçtiğini söylerdin. İnsanlara doğruları göstermek için. Garson olman mesleğini yapmana engel değil” dedi. “Hiç bir yerde işe kabul edilmedim ki. Ufak bir köşe yazısı bile yazamıyorum. Nasıl yapacağım mesleğimi?” dedim. Kendisinin sanal bir gazete açtığını, orada ülkesi hakkında haberler yaptığını anlattı. “Eğer istersen birlikte çalışabiliriz. Yaptığım haberleri İngilizce ve Türkçeye çevirirsin. Yazılar yazarsın.” dedi. Sanal gazete. Bunu neden daha önce düşünmemiştim? Sevinçle kabul ettim. Eve gider gitmez bilgisayarı açıp gazetenin sayfasını inceledim. En son yaptığı haberde işgalci israil, Kudüs’te bulunan Filistinli bir ailenin evini yıkıyordu. Küçük bir kız “Allah alsın onlardan intikamını. Dur! Dur! Yeter artık” diye ağlayarak feryad ediyordu. Okuduğum haberler, izlediğim videolar karşısında çıldırmamak işten bile değildi. Tutuklanan silahsız gençler, öldürülen insanlar, yıkılan evler… Kendi ülkelerinde mülteci muamelesi görüyorlardı. Hatta terörist muamelesi. Ama azimlerine, mücadelelerine hayran kalmıştım. Her şeye rağmen asla pes etmiyordu Filistinliler. Filistin’in tarihini inceledim:

Birinci Dünya Savaşı sırasında Filistin ve çevresi Osmanlı idaresindeydi. İngiltere'nin desteklediği Arap güçleri Osmanlı hakimiyetine son verene kadar bu durum sürdü.

İngiltere savaşın sonunda, 1918'de bölgeyi işgal etti. 25 Nisan 1920'de alınan Milletler Cemiyeti kararıyla, İngiltere'ye, bölgenin manda idaresi için yetki verildi. Bu değişim döneminde üç söz verildi. 1916'da Mısır'daki İngiliz idarecisi Sir Henry McMahon, Osmanlı'nın Arap illerinde Araplara bağımsızlık sözü vermişti. Bununla beraber galip devletler Fransa ve İngiltere arasında gizlice imzalanan Sykes-Picot Antlaşması, bölgeyi bu ülkeler arasında ikiye bölüyor, Filistin'de ise uluslararası idare kurulması öngörülüyordu.

Filistin'i 1920'den beri idare eden İngiltere, Siyonist-Arap sorununu çözme sorumluluğunu 1947'de Birleşmiş Milletler'e devretti. Bölge şiddet olaylarıyla sarsılıyordu. Yahudiler artık nüfusun üçte birini oluşturuyordu. Ama toprakların yüzde 6'sı onların elindeydi.

Paylaşım planı, Filistin'in yüzde 56,47'sini Yahudi devletine, yüzde 43,53'ünü de Arap devletine bırakıyordu. Kudüs ise uluslararası bir idare altında olacaktı. 29 Kasım 1947'de BM Genel Kurulu'nda 33 ülkenin oyuyla plan onaylandı. 13 ülke karşı oy vermiş, 10 ülke de çekimser kalmıştı. Filistinlilerin reddettiği plan hiç uygulanmadı.

Baştan beri hep bir yahudi devleti kurulmak istendi bu topraklarda. Birçok başarısız hamlenin ardından 14 Mayıs 1948 de iki bin yıldır kurulan ilk yahudi devleti oldu israil. Bundan dolayı Filistinliler 15 Mayıs gününe El Nakba (Büyük Felaket) ismini verdiler…

Zorla Filistinlilerin ellerinden alınan topraklarda aslında olmayan bir devlet kurulmuştu. Ve bu olmayan devlet, bir devlet olarak kabul edilmişti. İnanılır gibi değildi. Açıkçası daha önce hiç merak etmemiştim. Bir şeyler oluyordu, biliyordum ama ilgilenmemiştim. Gazeteciliğimden hatta insanlığımdan utandım. Filistinle ilgili bildiğim ve hatırladığım tek olay 2010 yılında gerçekleşen Mavi Marmara olayı. Öğrenciliğimin ilk yıllarıydı. Ülkemizden Filistin’e çıkan bir yardım gemisi israilin terörist askerlerinin saldırısına uğramıştı. Birçok şehidimiz olmuştu. Benim dikkatimi çekense 19 yaşındaki şehit Furkan Doğan’dı. Ben de o yaşlardaydım fakat öyle farkındalıklarım yoktu. Ben, tatile nereye gitsem diye düşünürken, o, bir yardım gemisine biniyor, Filistine gitmek için yola çıkıyordu. Bu yüzden ilgimi çekmişti o zamanlar. Ama sadece o kadar. Daha fazla ilgilenmemiştim. Bu olayı hatırlayınca incelemek istedim.

Mayıs 2010'da İsrail askerleri Gazze'ye yardım taşıyan Mavi Marmara gemisine baskın yaptı. 10 Türk vatandaşı hayatını kaybederken bu saldırı, Türkiye - İsrail ilişkilerini kopma noktasına getirdi. İsrail Mavi Marmara baskınında hayatını kaybedenler için tazminat ödemeyi kabul etti.

Zamanın başbakanı bir iftar yemeğindeki konuşmasında, İsrail'le yapılan anlaşmadan bahsederken isim vermeden Mavi Marmara yardımını organize eden İHH'yı (İnsan Hak ve Hürriyetleri İnsani Yardım Vakfı) eleştirdi:

"Uluslararası bazda bir adım atıyoruz. Siz kalkıp da Türkiye'den böyle bir insani yardımı götürmek için günün başbakanına mı sordunuz?”

Haberi okuyunca bu konu hakkında makale yazmak istedim. Makaleyi yazıp bir de ingilizceye çevirince Muhammed’e gönderdim. O da arapçaya çevirdi ve yayınladık. Makalem çok beğeni aldı. Bu beni heyecanlandırdı. Her akşam arkadaşımın bana gönderdiği haberlerin Türkçe ve İngilizcesini yazıp yayınlıyordum. O da benim yazılarımı Arapça’ya çeviriyordu. Fakat bu da yetmemeye başladı bana. Olayları yerinde görüp incelemek istedim. Bu isteğimi Muhammed’e söyleyince biraz düşündü. Kendisinin yakın zamanda yıllık izne ayrılıp memleketine gideceğini fakat benim gitmemin zor olabileceğini söyledi. Çok ısrar ettim. Benim için çok önemli olduğunu, hayalimdeki gazeteciliğin tam da bu olduğunu söyleyince dayanamadı. Birlikte gitmeyi kabul etti. Oturup karşılaşabileceğim zorluklardan bahsetti. Umrumda bile değildi. Ben şimdiden oradaki çocuklara dağıtacağım rengarenk şekerlerin, çekeceğim fotoğrafların, dinleyeceğim hikâyelerin hayalini kuruyordum. Muhammed’in izin alacağı tarihlerde ben de izin almak için patrona gittim. İzin vermedi. İstifa ettim. Ama hiç üzülmedim. Çünkü işimden mesleğimi yapmak için istifa etmiştim. Bu bir fedakarlık demekti. Ve beni gururlandırıyordu.

Hazırlıkları tamamlayıp yola çıktık. Yolculuğumuz güzel geçti. Fakat havaalanında israil askerleri bana zorluk çıkardı. Tam beş saat bizi beklettiler. Bir valiz dolusu şekeri görünce “Bu ne?” diye sordular. Çocuklara ikram etmek için götürdüğümü söyledim. Fakat inanmadılar. Altını üstüne getirdiler. Sanırım silah filan aradılar içinde. Ama sadece şeker vardı. Rengarenk şekerler. Sonunda askerler bizi bırakınca Muhammed’in teyzesinin evine gittik. Çünkü ondan başka kimsesi yoktu. İkisinin de ailesi terörist israil askerleri tarafından şehit edilmişti. Girdiğimiz sokaktaki evlerin hepsi yıkılmıştı. Onlarca enkazın arasında sapasağlam duran tek ev Meryem Teyze’nin eviydi. Bizi görünce çok sevindi. Sarıldılar. Ağlaştılar. Sonra bizi eve aldı Meryem Teyze. Eski eşyalardan oluşan çok sade bir evi vardı. Muhammed bizi tanıştırırken oturduğum koltuğun yanındaki sehpanın üzerinde duran gümüş şamdan dikkatimi çekti. Elime alıp incelemeye başlamıştım ki Muhammed “O şamdanı yavaşça yerine bırak. Yoksa teyzem onunla kafanı parçalayabilir” dedi gülerek. Hemen bıraktım. “Bi anısı olmalı” dedim. “Evet” dedi. Anlatmaya başladı “Eniştem yıllar önce İstanbul’a gitmiş. Bu şamdanı da oradan getirmiş teyzeme. Osmanlı şamdanı diye çok değer verirdi teyzem. Hala da öyle. Ve bu şamdanla çok israilli asker dövmüştür” dedi. Çok güldüm ve şaşırdım “Ciddi olamazsın” dedim. “Çok ciddiyim. Dikkat ettiysen bu evin etrafında hiç sağlam ev kalmadı hepsini yıktılar. Sadece teyzemin evini yıkamıyorlar. Ne zaman yıkmaya yeltenseler dozerler devriliyor ve kullanan adam ölüyor. Anlaşmak ve evi satın almak için gelen adamları bu şamdanla kovdu. Kimisi de gözünü korkutmak için askerlerle geldiler. Ama teyzem onları da dövdü bu şamdanla. “Allah bunun vesilesiyle koruyor beni. Çünkü bu Osmanlı şamdanı” der hiç yanından ayırmaz” dedi. Bu hikaye hoşuma gitti hemen defterime not aldım ve şamdanın fotoğrafını çektim. Biz sohbet ederken Meryem Teyze de sofrayı kurdu. Yemekten sonra evin arka bahçesine geçtik. Arka bahçeyi israilin attığı gaz bombalarına diktiği lalelerle süslemişti Meryem Teyze.

Çaylarımızı lale bahçesinde içtik. Ve plan yaptık. Gündüzleri gezecektik akşamları da lale bahçesinde misafir ağırlayıp hikayelerini dinleyecektik.

İlk gün Kudüs’e gittik. Mescidi Aksa’nın kapısında oturan iki kadınla karşılaştık. Muhammed onlarla konuştu. Arapça konuştukları için ne konuştuklarını anlamıyordum ama Muhammed’in sinirlenmesinden iyi bir şeyler olmadığını anladım. Mescide girerken anlattı olanları bana. O iki kadın Mescidi Aksanın murabıtlarındandı ve israil bir ay Aksa’ya girmelerini yasaklamıştı. Onlar da protesto etmek için kapıda oturuyorlardı. Bu insanların hiçbir şeyden korkmamaları, direnişçi ve özgür bir ruha sahip olmaları ve bu ruhu hiç kaybetmeden hep korumaları beni hayran bırakıyordu. Mescidi Aksa’nın bahçesinde oynayan çocuklar vardı. Hepsine şekerlerden verdim. Yüzlerindeki mutluluk görülmeye değerdi. Görüntüler, tatlar, sesler, kokular değişse de masumiyet, sevgi, vefa , mutluluk dünyanın her yerinde aynıdır. Dünyanın neresinde küçük bir çocuğa şeker verseniz gözlerindeki tebessümle yüreğinizde açtırdığı çiçeklerin kokusu daim bir mutluluk verir. O gün Kudüs’ü gezdik baştan sona. Muhammed anlattı ben not aldım. Fotoğraf çektim. Çocuklara şeker dağıttım. Akşama doğru Gazze’ye döndük. Akşam yemeğinden sonra ilk misafirimiz geldi. Lale bahçesine geçtik. Çay içecekken Meryem teyze elinde şamdanıyla geldi. Üzerine iki mum yakmıştı. Arapça bir şeyler söyledi Muhammed güldü. “Osmanlı misafirimizi Osmanlı şamdanıyla ağırlayalım” demiş. Güldüm. Teşekkür ettim. Sonra yine bir şeyler söyledi Meryem teyze. “Öyle kuru kuru teşekkür olmaz. Şu renkli şekerlerden getirsin de çayın yanında yiyelim” demiş. Hemen gidip getirdim. Çaylarımızı içerken misafirimizin hikayesini dinledik. Adı Saftani’ydi. O anlatıyor, Muhammed tercüme ediyordu. Saftani gençken iki yaşındaki kızına bir bebek almış evine dönüyormuş. O sırada israilli terörist askerler Saftani’yi hiçbir gerekçe göstermeksizin tutuklamışlar. Aldığı oyuncağı hiç bırakmamış Saftani. Tutuklu kaldığı on sekiz yılın ardından serbest bırakılınca verebilmiş kızına …

Ertesi gün bir sergiye gittik. 2014'te işgalci israilin şehit ettiği çocukların cansız bedenlerinin morglara sığmadığı için dondurma dolaplarına konulmasını hatırlatmak amacıyla açılmıştı bu sergi. Sanatçı Dua Gışta, mumdan yapılmış kimi külahta kimi çubukta dondurmalarda, kefene sarılmış çocukların çehrelerini resmetmişti. Ömrümde gittiğim en acı verici sergiydi. Yine gün boyu şeker dağıttım çocuklara. Serginin yakınlarındaki bir enkaz yığınından geçerken müzik sesi duyduk. Ben etrafa bakınırken Muhammed güldü “Gel” dedi. Sesin geldiği tarafta birkaç genç enstrüman çalıyor ve bir tanesi şarkı söylüyordu. Etraflarında çocuklar onları seyrediyordu. Biz de dinledik. İyi gelmişti. Bu konser olmasaydı serginin etkisinden çıkamazdım. Konserden sonra yine şeker dağıttım. Gençlere de bir miktar para vermek istedim lakin kabul etmediler. Onlar bu konseri israilin ev sahipliği yaptığı Eurovision Şarkı Yarışmasını boykot etmek için yapıyorlarmış. Sanat ruhu çok gelişmiş bu ülkede. Sanki dünyanın tüm sanatçıları burada toplanmış. Eve dönerken birkaç çocuk bir şeyler söyleyerek bana doğru koştular. Şeker verdim hepsine. Mutlu olup hoplaya zıplaya ayrıldılar yanımızdan. Muhammed “Ne dediklerini anladın mı?” diye sordu. “Hayır” dedim. “Şekerci geliyor” diyorlarmış. Güldüm. Şekerci olmak hoşuma gitmişti. Çocukların ardından gittim. Çantamda kalan şekerleri de onlara verip öyle dönmek istedim. Yanlarına gidince çok komik bir manzarayla karşılaştım. Şekerleri yiyip ambalajların içerisine taş koyuyorlardı. Ve o taşları sapanlarına yerleştirip sokağın başında nöbet tutan israil askerlerine atıyorlardı. Askerler sinirden kıpkırmızı olmuşlardı. Çantamdaki tüm şekerleri çıkardım ben de çocuklara katıldım. Şeker tadında taş atmaca oynumuz bitince eve döndük. Yemekten sonra yine lale bahçesine geçtik. Meryem teyze şamdanını ben de şekerlerimi getirdim. Bugünkü misafirimiz ellili yaşlarda bir teyzeydi. Barışçıl Büyük Dönüş Yürüyüşü gösterilerinde kızını kaybetmişti. Kızı bir sağlık çalışanıydı ve gösteride yaralananlara yardımcı olmak için gitmişti. israil askerlerinin kurşunlarına hedef olup şehit olmuştu Rezzan hemşire. Ve daha niceleri… Anlatırken gözyaşlarını tutamadı Rezzan’ın annesi. Biz de ağladık. Meryem Teyze dayanamayıp hikayenin yarısında içeri gitti. Bu gösterilerin amacını sordum Muhammed’e. “Filistinliler, sürgün edildikleri topraklarına dönmek ve israilin Gazze’ye uyguladığı ambargonun kaldırılması taleplerini dünyaya duyurmak için düzenliyorlar bu gösterileri” dedi. Rezzan’ın annesi müsaade isteyip kalkarken Muhammed bahçeden bir lale koparıp verdi. “Teyzem görmesin” deyip muzur bir çocuk gibi güldü. Biz hemşirenin annesini uğurlarken genç bir adam geldi. Yanında üç tane çocuğu vardı. Muhammed içeri aldı. “Bu adam da bizimle hikayesini paylaşmak istiyormuş dünyaya duyurmak için” dedi. “Tabii. Tabii, buyursun. Ama lale bahçesine geçelim. Hikayelerimizin mekanı orası. Hem şamdan olmadan olmaz” dedim gülerek. Çocukları salona alıp şeker ikram ettim. Adamın hikayesini dinlemek üzere bahçeye geçtik. Eşi bir sabah çocuklarına süt hazırlamak için mutfağa girmiş. Evlerinin yakınlarında terörist israil askerlerinin gençlere gaz bombası ve silahlarla saldırı yaptığını görünce çocuklarının gazdan etkilenmemesi için mutfağın camını kapatmak istemiş. Pencereye yaklaşınca kurşunlara hedef olmuş. Ve geride üç öksüz yavru, gözü yaşlı bir eş bırakarak şehit olmuş … Bu hikayeler yüreğimi dağlıyordu. Muhammed’e Büyük Dönüş Gösterilerinin yapıldığı yere gitmek istediğimi söyledim. beni tehlikeye atmak istemediğini söyleyecekti ki bakışlarımla onu uyardım. “Ne desem itiraz edeceksin biliyorum.” dedi. O gece heyecandan uyuyamadım. Sabah erkenden kahvaltımızı yapıp çıktık. Meryem teyze arkamızdan seslendi. Hızlı hızlı yanımıza geldi. Elinde şamdan vardı. Bir şeyler söylüyordu. Muhammed itiraz ediyor gibiydi. Sonunda Meryem Teyze galip geldi. Muhammed şamdanı hışımla alıp bana uzattı “Al şunu. Çantana koy” dedi. “Neler oluyor” dedim. “Bunu yanımızda bulunduracakmışız. Allah sizi korusun diyor” dedi. Güldüm. “Tamam yaa sorun etme. Üzmeyelim teyzemizi” dedim. Her zaman geçtiğimiz enkazların arasından geçerken enkazların arasına sofra kurmuş yemek yiyen bir aile gördük. Üstelik enkazı süslemişlerdi. Yanlarına gidip selam verdik. Muhammed adamla konuştu. Anlattığına göre burası önceden bu ailenin eviymiş. İşgalci israil evlerini yıkmış. Onlar da dağa çıkıp çadır kurmuşlar. Çocuklar “evimizi özledik” diye ağlayınca dayanamayıp onlara böyle bir sürpriz hazırlamışlar. Son kalan şekerlerimi de bu çocuklara verdim.

Gösterilerin yapıldığı yere geldik. Bildiğimiz savaş meydanıydı. Bomba sesleri, silah sesleri, tekbir sesleri arşı inletiyordu. Bombalara ve silahlara taşlarla karşılık veren gençlere katıldık. Yağmur gibi mermi yağıyordu. Onlarca gencin ölümüne şahit oldum.Yaralılar inliyorlardı. Kolları, bacakları kopan, gözleri kör olan birçok genç vardı. Gözyaşlarımı tutamıyordum.

Akşama doğru ayrıldık oradan. Muhammed sürekli “İçimde bir sıkıntı var” deyip duruyordu. Eve yaklaşınca bir takım gürültüler duyduk. Dozer sesiydi bu. Ve bu çevrede dozer kullanılacak tek ev teyzenin eviydi. Koşmaya başladık. Fakat eve geldiğimizde her şey için çok geçti. Ev yıkılmıştı. Etrafta bekleyen askerler ve adamlar bir aslanı en zayıf anında yakalayan sinsi sırtlanlara benziyorlardı. Taş üstünde taş bırakmamışlardı. Fakat ilginçtir ki Lale bahçesi sapasağlam duruyordu. Lalelere hiçbir şey olmamıştı. Teyze bahçedeydi. Yere çökmüş ağlıyordu. Muhammed teyzesinin yanına koştu. Ben çok öfkelenmiştim. Bütün dinlediğim hikayeler, şahit olduğum olaylar beynimde yankılanıyordu. Oradaki sırtlanvari adamların gözlerine baktım içimdeki tüm öfkeyle. Öyle korkak, öyle zavallıydılar. Muhammed yanıma geldi. “Teyzem şamdanı istiyor” dedi. “Evet. Şamdan. Tabi yaa.” dedim. Çantamdan hızlıca şamdanı çıkarıp askerlerin üzerine yürümeye başladım. Tüm öfkemi kusmak istiyordum artık. O şamdanla ezmek istiyordum beyinsiz kafaları. Ve dünyadan kaldırmak istiyordum yüreksiz bedenleri. Düşünmeden saldırdım. Üç tanesini yaraladıktan sonra biraz sakinleşmiştim ki bir silah sesi duydum. Ve ardından Muhammedin çığlığı “Meeert”. Yere düştüm. Gökyüzünden rengarenk şekerler yağıyordu. Ve mutlu çocuklar lale şeklinde balonlarla gökyüzüne uçuyordu. Meryem teyze’yi yanımda gördüm bir ara. Elindeki şamdanı gökyüzüne kaldırıp “La ilahe illallah. La ilahe illallah.” diyordu. Ben de dedim şehadet parmağımı gökyüzüne kaldırarak “La ilahe illallah Muhammedürrasülüllah…”

Not: Anlatılan olayların çoğu gerçek yaşanmış olaylardır.

Emine Ecran Çeliksu