Bir kuşluk vaktiydi, ayaklarım kum taneleri içinde dans ederken yavaş adımlarım birbirini takip ediyordu. Kızgın güneş kum taneleri arasında gizlenmiş gibiydi. Tepemde olmasa bu güneş, bir önceki cümleme ben bile inanabilirdim. His kabiliyetini kaybetmiş, nasır tutmuş tabanlarıma kuvvet verdim, adımlarımı hızlandırdım. Hedef bellemiştim kendime ilerideki çamlığı. Yürüdükçe susuyor, susadıkça üşüyordum. Ama gidecektim, ulaşacaktım oraya; ona. Söz vermiştim. Adam gibi adamlar sözünden dönmezdi, babaannem böyle derdi hep.
Kızgın kum taneciklerinde dans eden ayaklarım beni varmayı hedeflediğim noktaya ulaştırdı. Bir ayağımı kumdan kaldırıp çamlığa attım, ayaklarım serinledi. Üşümem gitti ve susuzluğum bitti. Şükür dedim. On yedi tane çam ağacı geçmem gerekiyordu. Geçecektim ve on sekizincide bir emanet bulacaktım. Öyle söylemişti mektubunda. Yürüdüm, on yedi tane çam ağacı geçtim. Her birinden geçerken adımlarım yavaşladı. Göz pınarlarım ağaçların oksijeninden nasiplenmiş gibi aktılar, ağladım diyor insanlar bu olaya. Benim yanaklarım yandı, alev topuna döndü. Yanaklarımdan süzülen damlalar çenemden göğsüme bir yol çizdi. Damlalar durduğu yerde de kurumaya yüz tuttular. İşte oramda bir acı vardı. Ağrı değil, acı. O his belirginleştikçe acım arttı. Aynı anda ağaçları da saydım. On beş, göz pınarlarım kurumuştu. On yedi, acım azalmıştı. On sekiz, işte emanetler. Develer karşımda duruyordu. On sekizinci ağaca bağlanmış altı tane deve. Hörgücü kızıl olana binecektim, öyle söylemişti mektubunda. Fark etmem zaman almadı, ustalıkla bindim deveye. Deve nereye gideceğini biliyormuş, bunu da söylemişti mektubunda.
Saydım, beş çam ağacını geçip çıktık çamlıktan. Kızgın kum taneleri rüzgârın savurucu etkisiyle havada dans ederken yüzümü okşuyorlardı. Gözlerimi kısmış, düşmemek için sıkıca tutunuyordum deveye dolanmış ipe. Yavaşça hızlanıyoruz, rüzgâra karışıyoruz. Kum taneleri vücuduma sertçe çarparken canım yanıyordu. Şikâyet etmemin hiçbir faydası olmayacağını hemen anlıyordum. Sessizliğime sessizlik ekleyerek geçiriyordum zamanı. Sessizliğimse rüzgârın uğultusuna hapsolmuştu.
Gölgemi çok net görebiliyorken, göğün kızıllığına davetiye çıkarmış pembeliğe şahitlik ederken durmuştuk. Deve durduğu an inecektim, öyle söylemişti mektubunda. Ben de söylediğini yaptım, indim deveden. Şimdi ne yapacağımı bilmiyordum. Yürüdüm ben de. Dümdüz yürüdüm. Sağım solumken, önüm arkamken yürüdüm. Yön denilen kavramın burada bir anlam ifade etmediğini, tayin edebileceğim bir yönüm olmadığını anladım yürürken. Geldiğim yöne baktığımda bir deve göremedim. Kaşlarımı çattım, tedirginlik göstergesiydi bu; anında bu his belirdi içimde. Beraberinde korkuyu da getirdi. Ve ağlama hissi. Ve bir acı. Yürüdüm. Adımlarımı hızlandırdım, bir daha ardıma bakmadan yürüdüm. Orada bir yerde acı varken, yer edinmişken tedirginlik bende… Yürüdüm.
Atacağım adımın boşta kalacağını anladığımda bir uçurumun kenarında olduğumu fark ettim. Durdum. Etrafıma baktım; ardıma da. Hiçbir şey yoktu, kum taneleri dışında. Önümde kızıllığını gökyüzünden almış su birikintisi vardı. Birikinti dediğime bakmayın. Dalgaları, vurduğu uçurum kıyısında yosun dahi bırakmıyordu. Belki de bu suyun kaynağı göz pınarlarıdır, kim bilir. Göğsüm kalkıyor, sonra iniyor yavaşça. Adım atıyorum. O anın hisleri öylesine hoştu ki; attığım hiçbir adım bu kadar iyi hissettirmemişti. Gözlerimi kapadım ve havada süzülüşümü saç uçlarıma kadar hissettim. Denizin hafif yeli saçımı okşuyordu o sırada. Göz pınarımdan bir damla yaş süzüldü, yanağımda asılı kaldı. Ve sert bir zemine çakıldım. Gözlerimi açıverdim, bir geminin güvertesindeydim. Ama nasıl olurdu? Bu soruyu çok düşünemedim; ağrılarım biz buradayız der gibiydiler. Kaburgalarımın kırıldığını düşündüm. Diklenmeye çalıştım. Her yerim ağrıyordu. Yavaşça diklendim ve kafamı kaldırdım. Ne kadar yüksekten düştüğüme bakacaktım ki önümde bir yükseklik olmadığını gördüm. Evet, olmamasını gördüm. Ağrılarım hızla azaldı. Anlam aramayı bırakışıma bu olayı da dahil ettim. Mektubu hatırladım. Ne yapmam gerekiyordu? Hatırlamaya çalıştım. Deveden inince ne yapmam gerekiyordu?
Güverteden inen bir merdiven fark ettim, o tarafa yöneldim. Basamakları tek tek indim, bir kamaranın kapısı önümde belirdi. Kırmızı bir kapı ve altın rengi kolu vardı. Yavaşça indirdim kolu. Kamarada çarşafsız bir yatak ve bir komodin dışında bir şey yoktu. Yatağa yaklaştım, oturdum. Yorgun bedenimin soluklandığını hissettim. Hemen yatağın yanındaki komodinin çekmecesini çektim, içinde siyah bir zarf vardı. Onun mektubu geldi aklıma, gözlerim doldu, içime aktılar. Aldım zarfı, çıktım kamaradan. Merdiveni çıkıp güvertede oturdum. Zarfı yırtıp içindeki kâğıdı çıkardım. Dörde katlanmıştı. Açtım, bomboş bir kâğıttı. Dip kısmında ufacık harflerle bir şey yazılmıştı, okuyamıyordum. Kaşlarımı çattım, çaresizlik baş gösterdi içimde. Kâğıdı avucumun içinde sıktım, yumruk haline getirdim, fırlattım denize. Onun mektubunu düşündüm; gel demişti. Söz vermiştim geleceğim diye. Ama gidemiyordum, gidemeyecektim de.
Bağdaş kurmuş, oturduğum yerde kalakalmıştım. Göz pınarlarımda bir hareketlilik hissettim, sol yanağımda ise bir sıcaklık. Damla yanağımdan ahşap zemine çakıldı. Ve bir daha, bir daha. İnsanlar bu olaya ağlamak diyordu. Ben hissetmeye başlamıştım o acıyı yine. Yaşların damladığı yerde bir şeyler olmaya başladı. Ahşabın ıslak yerleri erimeye, delinmeye başladı. Katman katman delinen ahşapta kocaman bir delik açıldı. Bir parlaklık belirdi, bu suydu. Sol gözümden bir damla yaş aktı, yanağımda o ince yolu takip etti ve ahşabın ortasındaki koca deliğe damlayıverdi. Birden gök gürledi, irkildim. Kafamı kaldırdım. Etrafımdaki su birikintisi kıpkırmızı olmuştu. Genzimi yakan demir kokusu kan olduğunu bağıra bağıra işittiriyordu. Kızıllığını gökten alan su, yerine kıpkırmızı bir su bırakmıştı; gök, kızıllığını bu sudan alıyordu artık. Ahşapta açılan o deliğe bakacaktım ki kızıllığın yükseldiğini fark ettim. Göğsüm hızlı hızlı kalkıp iniyordu. Ahşap kırmızıya boyanıyordu gözümün önünde. Oturduğum yerde mıhlanmış gibiydim; kalkamıyordum. Gözyaşlarım durmazken elimi yanağıma götürdüm, elime baktım. Elim kırmızıya boyanmıştı, genzim acıyordu.
Etrafımdaki su birikintisi artarken, oturduğum yerde mıhlanmışken kafamı kaldırdım, gökyüzüne baktım. Sonra gözlerimi yumdum. Boğulmayı bekledim. Diyemedim kendime ama ölmeyi bekledim. Öleceğimi anladım. Ve öldüm.
Geldim işte. Geleceğimi söylemiştim.