Yıldız Tozu

Melike Sülev Aydın

Gece yarısıydı. Uzaktan bağrışmalar, çığlıklar geliyordu ama insan çığlığı değildi sanki bu. Yatağımdan fırladım. Pencereye koştum. Birtakım tuhaf şekilli karaltılar oradan oraya kaçışıp duruyordu. Gökyüzünde tuhaf bir kızıllık vardı. Ağlama sesine benzer bir sesle irkildim. Mırıltı da denebilirdi ve çok yakından geliyordu. Camı açıp aşağı doğru eğildim. Küçük bir deve yavrusuydu bu. Korku dolu gözlerle, beni kurtarın dercesine bana bakıyordu. Arkasında koşuşturan aslanlar, zürafalar ve filler vardı. Hiçbirinin kafası yerinde yoktu. Delirmiş gibiydiler. Buna rağmen hangisinin hangi hayvan olduğunu kestirebilmek o kadar da zor değildi.

Galiba kıyamet kopuyordu. Çok korkmuştum, resmen titriyordum korkudan. Tuhaf olan, başka evlerin penceresinde kimselerin olmamasıydı. Bütün bu sesleri nasıl oluyor da duymuyorlardı. Korkuyla camı kapatıp içeri girmek istedim ama ne olacağını merak da ediyordum. Hayvanlar bir oraya bir buraya koşturup duruyordu ama beni fark eden evimizin aşağısındaki marketin önünde bekleyen deve yavrusuydu işte. Deve yavrusu gayet sağlıklı görünüyordu. Dışarı çıkıp onu almayı, bu hengâmeden kurtarmayı düşündüm. Hayatında bir kediye bile dokunamamış olan ben, gece yarısı sokakta gördüğüm deve yavrusunu alıp eve getirecektim. Olacak iş değildi. Pencereyi kapattım. Pencereyi kapatan elimde garip bir sıcaklık hissettim. Sağ bileğimden ince bir kan sızıyordu. Hayal görüyor olmalıydım. Sokak lambasının beynime yapmış olduğu bir oyundu sadece bu. Işığı açıp bakınca hiçbir izin olmadığını görecektim zaten. Işığı açtığımda kan bileğimden yere doğru süzülüp damladı. Pıt, pıt.. Bu defa çığlık atan ben olmuştum. O an anneannemden duyduğum bir söz geldi aklıma; kan görünce rüya bozulurdu. Gözlerimi sımsıkı kapattım. Tekrar açtım. Rüya bozuldu. Bileklerimde kan yoktu.

Bunları rüyamda mı düşünmüştüm yoksa uyandığımda düşünüyor muydum, hatırlamıyorum. Hatırladığım ilk şey bileklerime bakmak olmuştu. Işığı açtım. Bileklerime baktım. Hiçbir iz yoktu. Bembeyazlardı. Yerimden doğrulup pencereye koştum. Tedirginlikle perdeyi araladım. Caddenin karşısında gece vardiyası için işçilerin gelmesini bekleyen servis şoföründen başka kimse yoktu. Gökyüzüne baktım. Simsiyahtı. Kalbim hâlâ çarpıyordu.

Sabah ezanından önce uyandığım her gece olduğu gibi, önce oğlumun odasına kapıdan baktım, uyuyordu. Kış olsa girip üzerini örtecek olurdum, ama mevsim yazdı. Sonra da oturma odasındaki kızımı kontrol ettim. Zamansız uyandığım her gece, onu ölü olarak bulmaktan korkuyordum ve bende saplantı haline gelmeye başlamıştı bu. Kızım dediğime bakmayın, kuşumuz bizim. Evde hayvan beslenir mi hiç, diye karşı çıktığım, sonra oğlumun ısrarlarına dayanamayıp evin başköşesine koyduğum Lutino cinsi muhabbet kuşuna, "kızım" diye hitap etmeye başlayalı çok da uzun zaman olmamıştı açıkçası. Aslında kedi ve köpeklerine kızım, oğlum diye seslenenleri hep garipserdim. Büyük düşünmüşüm demek ki. Mutfağa girip buzdolabını açtım, bir şişe soğuk suyu kafama diktim. Aynısını oğlum yapsa ne kadar kızardım ona ama şimdi bu ayrıntıyı düşünecek halde değildim. Gözümü kapattığım her anda yavru devenin bana baktığını görüyordum. Bir de bileğimden sızıp pıt diye yere damlayan kanı. Hayrolsun, diye mırıldandım.

Mutfak masasının üzerinde gördüğüm telefonu elime aldım. Uzmanlar, uyuduğunuz odada cep telefonu bulunmasın diye uyarıyorlardı ve ben internetimi kapatıp sesini kıstığım cep telefonumu her gece mutfakta bırakıyordum. İnterneti açar açmaz onlarca gruptan yüzlerce mesaj gelmeye başladı. Yine gece uyumayıp saatlerce lüzumsuz muhabbet etmiş olmalılar diye düşündüm. Twitter gündeminde ilk sırada meteor yağmuru başlığını görünce, eyvah dedim. Nasıl da unuttum. Gündüz haberlerde okumuştum oysaki. Ama yorgunluktan uyuyakalmış, meteor yağmurunu seyretmeyi unutmuştum. Hemen salona geçip pencereyi açtım. Artık pencereyi açmaktan da korkuyordum. Tan yeri iyice ağarmadan belki birkaç yıldız yakalarım diye düşündüm. Karşıda parlayarak hareket eden bir şey vardı ve ben çok heyecanlandım. Ta ki yaklaşan şeyin bir yıldız değil uçak olduğunu anlayınca, âh, dedim gökyüzünün de acemisiyiz… Beş dakika kadar sonra bir yıldız kaydı. Kayan yıldız beni yıllar öncesine götürdü.

Doksan dokuz yılının on yedi ağustosuydu. Yine böyle bir gece, öyle ki elimi uzatsam dokunabileceğimi sandığım yıldızlara. Dedemin evindeydik. Gece ikiye kadar yıldızları seyredip muhabbet etmiştik. Hayatımda bu kadar çok yıldızın kaydığını gördüğüm başka bir gece daha olmadı zaten. O gece dedem, parlayan yıldızları görünce, gemiyle Hicaz’a giden babasının hatıralarını anlatmıştı bize. Bu yıldızları asıl gemide seyredeceksin kızım, diye başlamıştı söze. O kadar parlak olurmuş ki her yıldız, hangisinin en parlak olduğu hakkında saatlerce konuşurlarmış aralarında.. Günlerce denizde mahsur kalma sebebinin Sinop'ta bulunan bir tahaffuzhane olduğunu da o gece öğrendim dedemden. Rusya'dan gelen hacılar, kolera salgınından dolayı uzun süre karantinada kalırmış orada. Dedemin gemisindeki hacılardan biri hastalanınca İstanbul’dan alıp Sinop’a götürmüşler bütün hacıları. Çok meşakkatli bir yolculuk olsa da sağ salim gidip dönmüş.

Geç saate kadar muhabbet edip uyuduk. Çok geçmeden bir sarsıntıyla uyandım. Deprem oluyordu. Kalbim yerinden fırlayacak gibi çarpıyordu ve deprem bitmiş olmasına rağmen ben hâlâ yeryüzünün sallandığını zannediyordum. Komşular sokağa çıkmışlardı. Nerde olmuş, nasıl olmuş, iyi misiniz diye soruyordu herkes birbirine. Dedem, anneannem, herkes ayaktaydı, anneannem sesli bir şekilde salavat getiriyordu. Elektrikler kesilmişti. Annem başucumda oturuyor, yaşadığım şoku atlatmamı bekliyordu. Kaç zaman yatağın üzerinde otura kaldım, bilmiyorum. Dedem pilli radyomu getirmişti, radyo kanalları da çalışmıyordu. Cızırtılı bir ses duydum sonra, bir kadın sesi… Sarsıntı diyordu, yedi nokta iki diyordu, İzmit diyordu, Yalova ve Adapazarı.. Ada.. Adapazarı diyor anne, dedim. Karanlıkta göremediğim gözlerine bakıp ağlamaya başlamıştım. Herkes ağlıyordu. Abim üniversiteden mezun olacaktı o sene ve Adapazarı’ndaydı.

Tek kardeşimdi benim. Kardeşten ziyade arkadaş, dost, ahbap, yaren.. Ne derseniz deyin işte, hepsiydi abim benim için. Onu kaybetme korkusunu ilk defa bu kadar derinden hissediyordum. Sabah ezanı okunmaya başladı, abdest alıp namazımı kıldım. Allahım, dedim.. Abim.. Sen abimi koru.

Ortalık aydınlandıktan hemen sonra evimize gittik. Babam, dayımlar hepsi yıkılmış vaziyetteydi. Elektrikler gelmiş, deprem bölgelerinden ilk görüntüler haber kanallarında yayınlanmaya başlamıştı bile. Cep telefonları hâlâ çalışmıyordu. İki dayım Adapazarı’na doğru yola çıkmaya karar verdi. Babamla dedem herhangi bir haber gelirse diye bizimle kaldı.

Babam, üzülme kızım bak benim için rahat. Bir şey olsa ben hissederdim dedi beni teselli etmek için. Öyle de olsa kendimi en kötü senaryoya hazırlamam lazımdı. İyi olduğu haberini alsam dünyalar benim olacaktı. Biz alt katta otururken babam yukarı çıkmıştı. Biraz sonra koşarak aşağı geldi. Abim aramıştı. İyiydi. Otogardan çıkmıştı ve eve dönüyordu. Biz birbirimize sarılıp bu defa da sevinçten ağlıyorduk işte.

Ağustos ayı ve yıldızlar, dedem, gemi, deprem, pilli radyo, abim, kan ve deve yavrusu.. Hangisi rüya, hangisi hayal, hangisi gerçekti bilemiyordum.

Melike Aydın

17 Ağustos 2020