Alternatifli Tenasüh

Alime Büşra Hamzayev

Bu kararı alalı yaklaşık altı ay olmuştu. Kararsızlıkların ardından sonunda doğru kararı aldığımı düşünüyordum. Avrupa’dan yola çıkan gemiye Akdeniz ve Süveyş kanalı üzerinden bir rota çizilmişti. Yani en azından bize söylenen buydu. Bu ilanı ilk gördüğümde herkes gibi ben de dalga geçmiştim. Dünyada yeni bir ülke kuruluyor ve bu ülkeye vatandaş aranıyordu. Ne garip değil mi? Üstelik ilanda kanıt olacak bir resim bile yoktu. Tek verilen bilgi; gideceklerin alınacağı duraklar ve geminin kalkış saatleriydi.

Beklemekten ayaklarıma kara sular inmişti. Artık ümidimi kesmek üzereydim. Bu ülkedeki tek manyak ben miyim diye düşünürken yalnız olmadığımı gördüm, hatta komşu ülkelerden bile gelen deliler vardı. Manyak, deli falan diyorum. Siz kızarsınız şimdi ama valla konuştuklarımdan biri bile normal çıkmadı. Bakın, isterseniz göstereyim bir iki tane. Şöyle etrafıma bakıp en normal birinin yanına gideyim hatta.

-Merhaba. Biraz kararsızım gitme konusunda. Merak ediyorum siz neden gitmek istediniz?

-Ben akademisyenim. Üniversite okumuş adam kavramı var bilir misiniz?

-Pek tabii. (Çaktırmayın en sevmediğim kavram)

-İşte o kavrama baya baya uyuyorum. Akıllı, çalışkan, saygılı, dürüst en önemlisi samimi biriyim. Burada kendimi övdüğümü düşünebilirsiniz bu pek umrumda değil. İşte Türkiye’de değiştiremediğim belki etki dahi edemediğim, hayalini kurduğum düzen için gidiyorum. Belki diyorum, orada en baştan tertemiz nesiller yetiştiririz. Çocuklarımızın korkmadan arkalarına yaslanacakları hocaları olur. Hiç hayal kırıklığına uğramayacakları bir hayatları olur. Tertemiz, sevgi ve saygı dolu bir nesil istiyorum. İşte bu yüzden.

Alın size bir deli. Hala bu dünya düzeninde umudu olan bir deli. Şimdi de şuna soralım.

-Dostum. Sen neden gidiyorsun?

Bana elindeki sigarayı göstererek:

-Bunun için. Orası yeni kuruluyor. Burada içemediğimi orada içerim. Buradan daha ucuz olacağı kesin.

-Peki sen dostum?

-Üç üniversite bitirdim işsizim. Belki iş bulurum diye.

-Ya sen? (15 yaşlarında biri)

-Abi sevdiğim kız için. O nereye ben oraya. Onsuz nefes bile alamam.

Demek istediğimi anlamışsınızdır umarım.

İşte öyle. Bekle bekle sonunda gemi gelmişti fakat hala içimde bir sıkıntı vardı. Zaten ben ne zaman bir işe kalkışsam sıkıntı basardı. Çok da şaşırmıyordum. Gemiye binerken üst baş aranıyordu. Kesin dedim Türkiye ya burası ondan arıyorlar. Ne de olsa adımız çok temiz değildi medyalarda. Sıra az kalmıştı. Geri dönen insanların olduğunu görmüştüm. Demek cesaret edemediler. Sıra yaklaşıyor ve kalbim benden önde gider olmuştu. Güp güp, valla beynimden ayak ucuma kadar hissediyordum. İçeri girerken kâğıt, kalem ve teknolojik aletlerin alınmadığını gördüm. Bu, yazar olan benim pek de hoşuma gitmemişti ama hayrolsun bakalım. Bindik bir alamete gidiyoruz kıyamete. Umarım kıyamete değildir, tabii.

Girişte uzun bir koridor ve ardında kum sarısı bir kapı vardı. Kapıdan da sırayla giriyorduk. Kapı her açıldığında bu geminin dışarıda göründüğünden daha da ihtişamlı ve büyük olduğunu fark ettim. İçeriden çok değişik sesler de geliyordu. Bakalım neler bekliyor bizi dememle kapının açılması ve içeri girmem bir oldu. Yalnız, arkadaşlar. Korkarım çok da iyi bir karar değildi bu. Ya bu ülke, Kim Jong-un’un alternatif ülkesi ya da dünya nüfusunu azaltmak için planlanmış çok mantıklı bir projeydi. Başka açıklaması olabilir miydi? Bilmiyorum.

İçeride ne kadar insan varsa bir o kadar da deve görünüyordu ve hepsi yavruydu. Acaba dedim, Süveyş kanalı falan… Suudilerle anlaşma yapıp deve-insan takası mı yapacaklardı. Şaşırmam. Suudiler kolay satar. İnsan, kardeş falan pek fark etmez. Gemide, develer dışında pek bir şey yoktu. İnsanları grup grup ayırmışlar, ben de gösterdikleri yere oturmuştum. Yanımda hiç Türk yoktu. Büyük ihtimalle her birimizi bir yana dağıtmışlardı. Haydi bismillah. Bizden yaklaşık yüz yüz elli kişi bindikten sonra kapılar kapandı. Olduğumuz yerde pencereler yoktu. Oldukça da kötü kokuyordu. Oturduğum yerde büyükçe bir kilim vardı. Koltukmuş sandalyeymiş bu çağa ait hiçbir şey görünmüyordu. Tam bir insan kaçakçısı gemisiydi. Yolculuğun 12 saat süreceğini biliyordum ama saatten haberim yoktu. Girerken kolumdaki saatimi de almışlardı. Olduğumuz yerde tavan oldukça yüksekti. Ortada bir ışık görünüyordu. Bu çağa ait teknolojilerden birini ilk kez burada görmüştük. Yukarıdan yuvarlak şeklinde bir perde inmiş ve yansıtılan ekranla bir adam canlı yayına bağlanmıştı. O sırada herkese simultane için ayrı ayrı kulaklıklar dağıtılmıştı. Herkes kulaklığı taktıktan sonra adam konuşmaya başlamış ve ülkenin nasıl bir yer olacağından bahsetmişti. Girişte bizden aldıkları eşyalara binaen ülkenin dışarıyla bağlantısının olmayacağını, araba, uçak gibi ulaşım araçlarının olmadığını, teknolojik aletlerin kullanılmayacağını ayrıca ülkede saat kavramının da yasak olduğunu söyledi. Bu durum gerçekten çok sinir bozucu olmaya başladı. Artık ciddi ciddi bir deneyin yada projenin içinde olduğumu düşünmeye başlamıştım. Bir de sinirlerimi bozan başka bir konuysa her şeyimizi bırakıp geldiğimiz burada yeniden doğmuş gibi bambaşka insanlar olarak hayata devam etmemiz gerektiğiydi.

Benim grubumda Türkçe bilen kimse yoktu. Ben hariç herkes yeni ortak dil olan lehçe ile anlaşıyordu. Anlaşılan tek kalacaktım. Yaklaşık birkaç saat sonra başka bir adam elinde bir kağıtla dolanmaya başladı. Her grubun ismini söyledi. Bizim grubun ismi Krew’di. Eğer yanlış anlamadıysam grupların her biri bu ülkenin farklı şehirlerini oluşturacaktı. Adamın konuşmasının sonuna doğru uyuyakalmıştım. Zamanın nasıl geçtiğini anlamamış olmalıyım ki siren sesi duyulmuş ve geminin limana yaklaştığı söylenmişti. Herkesi birer deveyle indiriyorlardı gemiden. Gruplar sırayla indirilip kendi bölgelerine gönderilmiş, bizim grupsa kıyıda bırakılmıştı. Sanırım Ankara’dan sonra hayatıma denizli bir şehirde devam edecektim tabii buraya şehir denirse. O an haritada nerede olduğumuzu bile bilmiyordum. Gruptan oldukça dışlanmıştım. Artık tek başıma bir hayat beni bekliyordu. Gemiden inerken ne yemek ne başka bir eşya hiçbir şey verilmediği gibi indiğimiz yerde de bir şey yoktu. Sanırım ölüme doğru gidiyordum.

Günler geçtikçe devemle dost olmaya başlamıştım. Gruptan insanları da görmeyeli üç dört gün olmuştu. Görsem de beni pek umursamıyorlardı gerçi. Kıyının kenarındaki ormanda kıyıya yakın ağaçların ortasında kendime kalacak bir yer yapmıştım. Ağaç yaprakları ve etraftan topladığım kuru odunlarla. Odunlar dediğime bakmayın büyük ihtimal hava olaylarıyla kırılmış ağaç parçalarıydı. Konuşmaya konuşmaya boğazımın düğümlendiğini, beynimin şiştiğini hissediyordum. Birkaç gün sonra devemle dostluğum varsa neden muhabbetim yok diyip gözlerine baka baka anlatmaya başladım. Yazamadığım ama dilime dökülen her şeyi ona anlattım. O’ysa gözlerime bakıp sadece geviş getiriyordu. O an insanın insana nasıl da muhtaç olduğunu anladım. Bir insan sesi duymayalı ne de uzun zaman olmuştu.

Günler aylar geçmiş ve havalar soğumaya başlamıştı. Çevremde yiyecek bir şeyler bulamaz olmuştum. Gündüzleri bir gemi veya uçak geçer mi diye beklediğim kıyıdan hiçbir şey geçmiyordu. Bugün sabrımın sonuna gelmiştim. Ağlamaya başladım. Ellerimi kumlara vura vura, bağıra bağıra ağlıyordum. Artık akıllıca düşünemez hale gelmiştim. O an devemle kıyı boyu dolanıp diğerlerini bulmayı düşündüm. Onlarla anlaşamayacağımı biliyordum ama en azından yiyecek bir şeyleri vardır diyerek ağlamayı kesip güneş tam tepedeyken bindim deveye. Öyle gittik böyle gittik sonunda hava kararmaya başlamış ve bu ana kadar da kimseyi görememiştim. Umudum tükenmek üzereydi…

Sanırım bugüne kadar gün batarken denizi hiç izlememiştim. Deniz ne de güzel görünüyor ve rahatlatıyordu. Hava iyice karardığında etrafta ilginç şeyler olmaya başlamıştı. Denizin kıyıya vuran dalgaları lacivert fosforlu ışıklar saçıyordu. Anlam veremediğim bu olayı önce cinli minli bir şeylere yordum fakat yaklaştıkça fark ettim ki her yerde aynı ışıklar vardı. Biraz sonra Türkiye’deyken izlediğim bir belgesel gelmişti aklıma. Karayip kıyılarında olan doğa olayıydı bu. O halde ben şu an Karayiplerde miydim? Deveden inip incelemeye karar verdim. Suya yaklaştıkça hem korkmuş hem de heyecanlanmıştım. Ayaklarıma su değdikçe değen her yerden aynı ışıklar çıkıyordu. Bu olayın karşısında büyülenmiştim. Ellerimle suyu kavradım sanki su değil ışık huzmelerini tutuyordum. Bu doğa olayı içime az da olsa umut vermişti ki o gün orada öylece uyuyakalmıştım.

Ertesi gün güneş ışıklarıyla uyandığımda aklıma hemen Karayiplerde olduğum gelmiş ve buna çok sevinmiştim. Bu coğrafyada emindim ki buranın yerlileri vardı. Onları bulabileceğimi düşünerek deveme atladım. Bu sefer kıyı boyu değil ormana doğru yol almaya başlamıştım. Git gide orman daha da seyrekleşiyordu. Sağıma soluma bakarak gidiyordum olur da birilerine denk gelirim diye. Solumda, bir şeyler görmüştüm. Gruptakilerin develeriydi gördüklerim fakat hepsi saldırıya uğramış gibi görünüyordu. Muhtemelen vahşi hayvanların saldırısına uğramışlardı. Bazı develerin karınları parçalanmış. Bazılarında da çeşitli izler ve oradan akmış kanlar vardı. Bu iş oldukça garipti. Diğerleri neredeydiler? Ben yokken neler yaşanmıştı, öğrenmem gerekti. En iyisi buradan devam edeyim deyip yola koyulmuştum. Yolda başka bir iz de yoktu. Gide gide sonunda elektrikli tellerle çevrilmiş bir sınıra geldim. Sınırın öbür ucunda oldukça uzakta büyük bir yapı vardı. Uzun pencereleri olan beyazlı grili bir bina. Etrafında gözlem kuleleri de vardı. Burada işlerin normal olmadığını, en başından beri bir projenin malzemesi olduğumu şimdi çok net bir şekilde anlamıştım. Fakat ne için burada olduğumu hala bilmiyordum. Arkamı dönüp kıyıya gitmeyi düşündüm fakat arkamı döner dönmez etrafım lazerlerle çizilmiş ve nereye dönersem döneyim Krew yazısından başka bir şey göremiyordum. Başımdan aşağı kaynar sular inmişti. Yine yeniden insan insana muhtaçtır dediğim bu yerde fark etmeden birilerine güvenmiş ve sonunda yeniden anlamıştım. İnsan, yalnız birine muhtaçtır. Başını dik tut. Fakat, buraya kadar; ikinci kez ısırıldın. Krew.

(Krew Lehçe’de kan demek.)

Alime Büşra İnce