Not: Atölyemizin dışında olup öykümün kurgusuna katkı sağladığı için Alptuğ abime teşekkürler
“… Dünya artık o üzeri kalabalık toprak parçası değil. Dünya işte bu! Zihin. Dünya benim zihnim! Dünya benim aklım. Hayatsa çöle kadar var. Kendimi gömmeden cesedimin kum tanesine dönüşmesine kadar geçen bekleme süresi. Düşünme süresi. Hayat bu! Düşünmeye ayrılan zaman. Kendimi kumların içine saplanmış şekilde nefes alarak yattığım süre. Hepsi bu. Kum tanesi olana kadar aklından geçen her şey. Başka bir şey değil…”
Gözlerimi meçhulden gelen bu seslere açtım. Neler olduğundan bihaber, kendimden vazgeçmiş haldeydim. Sanki beynim kokuşmuş bir et yığınından ibaretti. Ve bu et yığınını birtakım solucanlar kemiriyor gibiydi. Zihnimde hiçbir yaşam belirtisi yoktu. Sanki daha önce hiç var olmamıştım bu dünyada. Aslında bu dünyanın neresi olduğunu da bilmiyordum. Kaç tane dünya vardı? İçinde gerçekten yaşanılabilen kaç dünya vardı…
Kafamı seslerin yoğunlaştığı yere çevirdim. Yüzlerini göremediğim birtakım insanlar derin bir tartışmanın içinde gibiydiler. Uzandığım tahta parçasının üzerinden hemen doğruldum. Güçlükle de olsa hala yüzlerini göremediğim insanlara doğru yürüdüm.
-Kinyas: Hiçbir şey ses çıkarmasın! Bütün zihinler sussun. Artık ruhum bedenimi tırmalıyor. Yaşam gitgide arsızlaştırıyor beni. Nefret bütün benliğimi ele geçirdi. Ben hangi kalemin vicdanıyım? Hangi gözün yaşıyım? Ben kimim!
Şaşkınlıkla etrafa baktım. Büyük bir geminin içindeydim. Buraya nasıl ve ne zaman gelmiştim bilmiyorum ama buradaki insanlar çok garipti. Hem de fazlasıyla. Yüzünü görmesem de adam olduğunu düşündüğüm birine yaklaştım:
-Pardon, burası neresi?
İşte o an bütün yüzler bana çevrildi. İçimde büyük bir korkunun varlığını hissetmeye başladım.
-Hikmet: Albayım! Aramıza yeni biri daha katılmış. Neredeyim, güzel bir soru. Ama cevabı yok. Sen bütün insanlığın içindesin. Sen vicdanını rahatlatmak, içindeki tüm pislikleri kusmak için yazılmış bir suretsin.
- Bakın şaka ise komik değil. Ben evimdeydim. Bir işim vardı. Evet, evet tam olarak işim vardı. Kendinden başkasını düşünmeyen patronum vardı. Sevdiğim bir kadın vardı…
- Husrev: Sen bunların hiçbirine sahip değildin ki. Sahip olduğunu düşünen bir zavallıydın. Aslında ilk zamanlar hepimiz zavallıydık. Sonra gittikçe ahmaklaştık. Ben hiç bilmediğim bir dünyada açtım gözlerimi. Geçmişim yoktu. Geleceğim de yoktu. Birtakım oyunlar dönüyordu. Ve bu oyunları yaratan kişi beni başrol yapmıştı. Bana sormadan biliyor musun! Ve ben bana yazılan kaderi oynamaya başladım…
-Albay: Husrev, Delikanlıyı korkutma! Herkes dağılsın! Bizi baş başa bırakın.
Başım dönmeye başladı. Başım dönüyor, gemi dönüyor, insanlar dönüyor, dönüyoruz...
-Albay: Nuh’un gemisindeyiz.
Öyle büyük bir kahkaha patlattım ki bu ıssız okyanusta yankı olup kalpleri deldi. Şakaydı, her şey büyük bir şaka. Ya da ben dün gece çok içmiştim, sızıp kalmıştım. Ya da izlediğim bir filmin etkisindeydim. Evet, evet kesinlikle böyleydi. Tüm bu olanlar gerçek olamayacak kadar saçmaydı.
-Albay: Benzetme yaptım delikanlı. Demek ki bu benzetmeler sadece Hikmet’te işe yarıyor. Bak delikanlı sen aslında yoksun. Hiç olmadın kabul et. Sadece insanların zihinlerinde yaşadığın kadar vardın. Sen belki de yarısı okunmuş, tozlaşmış bir kitabın buruşturulmuş bir sayfasında yaşamaya mahkum birisin. Ben Albay. Az önce sana zavallı diyen Hikmet. Aslında çoğu insan Hikmet’in öldüğünü zannediyor. Ne acıklı bir son. Ama sadece Hikmetlerden biri ölmüştü HAHA.
Buradaki herkes delirmiş olmalı. Ya da ben gerçekten delirdim.
-Nuh’un gemisi dediniz.
-Albay: Dedim ya benzetme yapıyorum diye. Bizler evvela ıssız bir çölde yolumuza başlamıştık. Amacımız insanların bütün kirli yanlarından kurtulup yeni bir yaşam kurmaktı. Hatta krallığımıza bir isim de koymuştuk.” Merdümgiriz Krallığı”. Bir gece ansızın bir devenin çığlıklarıyla uyandık. Çok kötü inliyordu, her yer kan gölüne dönmüştü. Anlayacağın insanlar bir vahşet daha işlemişti. İşte o zaman büsbütün nefret ettik bu insanlardan. Büsbütün kopmak istedik bu hayattan. O devenin çığlıklarında kaybolduk. Kendimize gelemedik uzun bir süre. Ardından ben ve Hikmet bu gemiyi yapmaya karar verdik. Tutunamayan bütün karakterleri bu gemiye alarak yola çıktık.
-Merdümgiriz krallığı mı? Tam olarak nerde?
-Albay: Kaf Dağı’nın hemen ardında…
Albay, Husrev, Kinyas ve daha niceleri… Sanki daha önceden hepsini tanıyor gibiydim. Sanki onlarla aynı hayatı paylaşmış gibiydik. Ama ne olursa olsun her şey bir saçmalıktan ibaretti. Yavaş yavaş ruhumun beni terk ettiğini hissetmeye başladım. Buradaki insanlardan korktum. Buradaki insanları yaratanlardan korktum. Yok olmak istiyordum. Son gücümle haykırmaya başladım. BEN YOK OLMAK İSTİYORUM!
-Husrev: Yok olmak mı? Yok olmak… Nasıl bir şeydir acaba? Aman Allah’ım! Ben yok olamam. Her şey olurum ama yok olamam. Parça parça doğranabilirim. Nokta nokta lekelere dönebilirim. Tütün gibi kurutulabilir, ince ince kıyılır, bir çubuğa doldurulur, içilir, havaya savrulabilirim. Fakat yok olamam… Bir şişeye hapsedilebilirim. Önümden geçenleri görür, kendimi bilir ve duyar, kendimi ve Allah’ımı düşünebilirim. Razı değilim Allah’ım. Yok olmaya, kalmamaya, gelmemiş olmaya, mevcut olmamaya razı değilim…
Korkuyla etrafıma baktım. Kaçacak bir yerler aradım. Daha fazla burada kalamazdım. Buradaki her şey ruhumu emiyor, kalbimi parçalıyordu. Buradaki her şey zihnimin tozlu köşelerinde gün yüzüne çıkmaya korkan anılarımı canlandırıyordu. Kararımı verdim. Arkama dahi bakmadan kendimi okyanusun derin sularına atıverdim…
İşte ben yok olacaktım. Hiç var olmamış gibi. Hiç yazılmamış gibi. Dalgaların uğultusuyla huzur içinde yok olabilirdim. Fakat tepemde büyük bir karartı belirdi. Ne olduğunu anlayamadan yuvarlanmaya başladım. Ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Gözlerimi açtığımda her yer karanlıktı. Fakat yanı başımda cılız bir ışık vardı.
-Hey sizler de kimsiniz?
- Ben Pinokyo bu da babam Gepetto…
Kahramanlarımız nerelerden gelmiş öyküme konuk olmuş bakalım:
Husrev: Bir Adam Yaratmak / Necip Fazıl Kısakürek
Albay, Hikmet: Tehlikeli oyunlar/ Oğuz Atay
Kinyas: Kinyas Ve Kayra / Hakan Günday