“Develi Ada” demiştim ilk gördüğümde adayı uzaktan. Zengin insanların çok kıymet verdikleri develerine bakmak için gelen işçileri taşıyan gemideydim ben de. Develer çok kıymetli, develer hassas bu adada. En ufak bir duygu belirtisi onları rahatsız edebilir. Onlara bakarken, beslerken hislerini belli etmemen gerekir. Yoksa ürkebilirler ve bu, sahiplerinin hiç hoşuna gitmez. Aslında bu, adayı yöneten zenginlerin bulduğu bir bahaneydi.
Buraya gelirken benliğini de satman gerektiğini bilmen gerekir. Buranın kanunlarına göre işçilerin duygu sahibi olması yasak. Duygu, sadece zenginlerin sahip olabileceği bir şey. İnsani özellikler göstermeyeceksin. İnsan olduğunu tamamen unutup makine gibi işini yapman, ağır çalışma şartlarına isyan etmemenin garantisi onlar için. Hissiz ve ruhsuz davranmak alışılabilir ve zamanla öğrenilebilir bir şey, ve buna alıştın mı artık kolay kolay duygulanmıyorsun. Ben de yapabilirim sanmıştım ilk geldiğimde.
Üzüntü, neşe,coşku,aşk… bunlar hep yasaklı şeyler. Ama bir duygu var ki en tehlikelisi o onlara göre, çünkü develeri ürkütüyor. Tabii bu deve sahiplerinin uydurduğu kılıf. Onların istediği tam itaat ve hissizlik. Öfke tehlikeli bir duygu, bulaşıcı. Öfkelenen bir topluluk kolay yönetilemez. O yüzden cezalandırılmalı. Cezası ise deve tarafından yaralanmak . Öfke gösteren kişinin eli deveye ısırtılıyor ki orada hiç kapanmayan yara izi kalsın, o kişi herkes için bir uyarı olsun, toplum onu aşağılık bir mahlukat olarak dışlasın. Böylece bundan sonra kimse öfke, itaatsizlik gibi belirtiler gösteremesin. Develer de ürkmesin,zengin develer.
Şimdi bindiğim bu gemi yavaş yavaş uzaklaşırken adadan, yitirdiğim onca duygunun bir yerde sinip beklemekten yorulmuş, kaynağından fışkırmaya hazır yeraltı suyu gibi gözlerimden boşalması… Orada yaşadığım onca zaman boyunca bunları nerede, nasıl tutabildiğimi, içimde en son patlayan öfkenin ardından sanki o duyguları benden ayıran şeffaf zarı yırtarak içime tekrar sızdıklarını, insanlığımın tekrar sistemime yüklendiğini görmek. Ah!
Kan. Kapanmayan yaramdan her gün ince ince sızan kan. Bana insan olduğumu hatırlattığı için şükürle bakıyorum ona şimdi, bana yanılmanın en derin sızısını hatırlatsa da.
Gidiyorum. Geldiğim gemiye hayalkırıklığımı da yüklediler, canımın acısını da. Kaybettiğim insanlığımı o adada bırakmadım, onunla gidiyorum. Ama önce nasıl geldiğimi anlatayım.
Adaya iki arkadaş çalışmaya gelmiştik. Okul bitince iş beklemekten yorulmuş, son çare deve bakıcısı olarak adaya gönderilmek üzere bir şirkete başvurmuştuk. Şirketin gönderdiği işçiler genelde eğitimsiz, vasıfsız işçilerdi ama iyi kazanıyorlardı. Tek yapman gereken narin develerin ve deve sahiplerinin gönlünü etmek. Develeri besledikleri özel otlar vardı. Öncelikle bunların kokusuna katlanman gerekiyordu, öyle iğrenç öyle mide bulandırıcı. Sanki insan dışkısıyla hayvan dışkısı karışımı bir koku yayıyordu. Ama katlanması zor olan asıl şey deve sahipleri tarafından sürekli aşağılanma ve hakaret duymaktı. İlk haftalar hakaret, alay ve aşağılanmanın dozu en yüksekti. Bizim nasıl tepki vereceğimizi, dayanıklılığımızı, orda kalmaya ne kadar kararlı olduğumuzu görmek ve asilik yapıp yapmayacağımıza bakmaktı amaçları. Öylelerini hemen geri gönderiyorlardı. Boşuna boğaz beslemenin alemi yoktu. Ne de olsa evlerinin bahçesi içindeki işçi barakasını meşgul eden parazitlerdik.
Orada kalmanın imkansız olduğunu fark ettiğim ilk haftanın sonunda beni oraya bağlayan bir şey oldu. Baktığım devenin yemi bitmişti. Yem almak için çıktığımda yol kenarında bir kıza rastladım. Yere oturmuş ayağını tutuyordu. Neyi olduğunu sordum, burkmuş. Ayağa kaldırdım, koluma girdi seke seke yürümeye başladı. Burnuma gelen saçlarının tatlı kokusunu içime çektim. Kalbim hızla atmaya başladı. O da benimle aynı yerde, iki baraka ötede hizmetçilerin kaldığı barakada kalıyormuş. Onu daha önce nasıl fark etmedim? Onun da diğerleri gibi kendini kapattığı için yanımdan geçip giden bir gölge olduğunu şimdi anlıyordum.
Yolda bana ailesini anlattı. Anne babasının hastalıktan öldüğünü, bakmak zorunda olduğu küçük bir kardeşi olduğunu. Gözlerindeki kederi tarif etmem zor. Keder dışında bir sır gizliyor gibiydi güzel gözleri. Ona hissettiğim şey sadece saf aşk değil, merhametti aynı zamanda. Böyle bir güzelliğin bu şartlarda yaşıyor olması, içimde kabaran isyan duygusunu tetikliyor, onu ordan kurtarmanın bir yolu olmalı diye düşünmekten geceleri gözüme uyku girmiyordu. Bir an önce buradan gitme isteğim yerini onu ve kardeşini de alıp götürme fikrine bırakmıştı. Evet bir gün o gemiye binecektik, birlikte.
Şimdi yalnız başıma adadan uzaklaştığım her saniye onu orada bırakmanın acısına ve hayal kırıklığımın ağırlığına karışıyor. Onun nefes aldığı bu yerden gitmemeyi dilemek ama aynı hızla uzaklaşma isteği. Bu ikilem beni yiyip bitiriyor.
Hikayeme devam edeyim. Onu tanıdıktan sonra katlandığım eziyetler çok dokunmaz oldu. Onu her gün birkaç kez kısa sürelerle görebiliyor, etrafta kimse yoksa onunla kısacık konuşabiliyorduk. Ona hayallerimden bahsediyordum. Onu ve kardeşini alıp gemiye binecek, bu lanet olası yere bir daha dönmeyecektik. O bana inanıyor muydu bilmem. Gözleri inandığını söylüyordu. Tatlı tatlı gülümsüyordu bana.
Yine bir gün devemi besleyip biraz gezdirdim,bu develer hassas varlıklar olduklarından hava almaya ihtiyaçları oluyordu, ve sevdiğimi kısacık da olsa görme umuduyla kaldığım yere dönüyordum. Nihayet o da evdeki işleri bitirmiş dönüyordu. Beni görünce gülümsedi, etrafına hızla göz gezdirip bizi kimsenin izlemediğinden emin olduktan sonra hızlı hızlı el salladı. Barakasını işaret ediyordu. Başta anlam veremedim, böyle bir tehlikeyi nasıl göze alırdı? Kalbim hızlandı ve mıknatısla çekilmiş gibi o yöne doğru yürümeye başladım. Önemli bir şey olmalıydı, yoksa böyle bir şeye kalkışmak delilikti. Ceza almak dışında işimizi de kaybedebilirdik. Barakaya girince bana hızlıca paraya ihtiyacı olduğunu, kardeşini doktora götürmesi gerektiğini, anne babası gibi onu da kaybetmek istemediğini söyledi ağlayarak. Daha önce de zaman zaman ihtiyaçlarını karşılaması için para vermiştim, ama bu sefer istediği çok büyük bir miktardı. Çıkarıp düşünmeden verdim parayı.
O gece onu ne kadar sevdiğimi düşünerek döndüm durdum yatakta. Onunla evlenmek istiyordum ama bu ülkede kadınların kiminle evleneceği de deve sahipleri tarafından belirleniyordu. Benimle evlenebilmesinin yollarını sorcaktım ona parayı götürünce. Bir yolu yoksa da benimle gemiye binip kaçmasını önerecektim. Heyecandan zorlukla daldım uykuya.
Ertesi gün onu görebilmek umuduyla işlerimi çabuk çabuk hallettim. Zamanımın çoğunu bahçede geçirdim. Ama onu bir türlü göremedim. Ertesi gün ve sonraki gün de. Kardeşinin nasıl olduğunu, ona bir şey mi olduğunu düşünüp endişelenmeye başlamıştım. Bir an önce onu görmeli ve planlarımdan bahsetmeliydim. Tüm tehlikelere rağmen kendimi kaldığı barakanın önünde buldum. Bir yandan etrafı kolaçan ediyor bir yandan da onu az sonra göreceğim için heyecandan titriyordum. Kapıyı çaldım ama tanımadığım bir kadın açtı. Anlamsızca yüzüne baktım, yanlış barakaya mı geldim diye bakındım. Baraka doğruydu, ama ben yanılmıştım. Kapı yüzüme kapandı.
“ O burda yaşamıyor artık.” sözleri kulaklarımda çınlarken bir türlü anlayamıyordum nedenini. Bu sefer yumrukladım kapıyı.
“ O gitti başka biriyle. Boşuna çalma artık.” diye kadın içerden bağırırken kendimi kaybedip daha hızlı yumruklamaya başladım kapıyı. Öfkem boğazımı sıkıp ağzımdan çıkan haykırışa dönüştü. O andan sonra önüme kimin çıktığını, beni gelip nasıl götürdüklerini, mahkemeye çıkarıp cezamı nasıl kestiklerini bir rüyadaymışım gibi hatırlıyorum. Gözlerimi tek noktaya dikmiş boş boş bakarken cezamı uyguladılar. Canım hiç yanmadı. Akan kanlar toprağa dökülürken gözümden akan yaşı silmedim...