Çile Yolu

Ahmet Kırtekin

İyi bir öğrenci olsam okulda öğrettiğiniz gibi bir girişle başlatırdım mektubumu, peki, iyi olsaydım size mektup yazar mıydım? Cevabını ikimizin de umursamadığı bir soru bu. Üstelik işimize de yaramayacak. Uzak ve karanlık bir iklimde aksi seda duymadan bir şeyler karalayıp gönderiyorum size. Gece soğuk ve uğultulu. Okumaktan sıkıldığımda yapabileceğim başka bir şey yok.

Günleri saymıyorum. Bir Ağustos günü geldim bir Ocak günü döneceğim, tek bildiğim bu. Normal hayat ile aramdaki bağ, haftalık olarak Çapa Hipofiz Polikliniği’ni aramak ve arada bir iki mektup yazmak. Pamuk ipliği diye tarif edilen ölçünün hangi yanına düşer bu, biliyor musunuz?

Buraya yorgun bir günün akşamında geldim. Öncesinde bilet bulamadım. Ek sefer denilen uyduruk bir düzenleme ile şehre ulaştım. Herkes turist olduğumu düşündü. Saçlarım kısacak olsa da kirli sakalım beni gizliyordu. Akşama doğru gideceğim adresi aramaya başladım. Önce ilçeye ulaştım. Orada sağolsun görev bilincine sahip bir taksici tarafından güzelce kazıklandım. Kapının önünde durup hayatımı yeniden gözden geçirmedim. Çok abartılı bir davranış olurdu bu. Sayılı birkaç gün işte.

Kapıdan düşünmeden girdim. Dik yokuşu bir nezaretçi ile tırmanırken günün yorgunluğu çökmüştü üzerime. Önce çantam arandı, seccade ve kitaplar hakkında birkaç soru soruldu. Görevleri aksatmadan ibadet etmek mümkünmüş. Kitapların önce incelenmesi gerekiyormuş. Faulkner’i ve bir ölü evinden hatıraları bir daha görebilir miyim emin değildim. Benden önce bekleyenlerin yanına gönderildim. Beklenen herkes geldikten sonra varlığımız anlam kazanacak, ancak o zaman muhatap alınacaktık. Durduğum yerden yokuşa baktım. Birileri tırmanmaya başlamıştı bile. Bir sivil bir nezaretçi. Yorgun ve laçka küfürler yokuşun alt ve üst sınırı arasında belli bir hiyerarşi ile gidip geliyorlardı. Sonra manzaraya baktım. Cılız bir dere ve tren yolu ile bölünmüş iki köy. Geniş bir ova. Sırt sırta vermiş dağlar. Parça parça bulutların kızaran yanakları. Usulca eserken bile gücünü hissettiren yaban bir rüzgar. Biraz sonra yağmur serpiştirmeye başladı. Güneş batmamıştı henüz. Özgürce son kez ıslandım.

Sanki yıllar geçti. Saçma sapan cezalar ve bu cezaları hafif gösteren büyük aptallıklar arasında bir süre oyalandım. Konuşmak hiçbir şey ifade etmiyor. Sözün düştüğü yerde göstergeler yok. Daha ileriki bir aşamada değiliz, hayır. Sakın bunu düşünmeyin. Simülasyon demeye dilim varmıyor. Hayır, bu kadar teknik ve girift bir anlatıya gerek yok. Doğru tabir belki de mağara çağına geri dönmüş olmamız. Biraz sonra bir Kabil bir Habil’i öldürecek ve insanlık tarihi başlayacak. Sorun şu ki burada bir Habil’in bulunması pek olası değil.

İki haftadır hastaydım. Revire veya hastaneye gitmek mümkün değil. Denetimler yüzünden tüm izinler iptal edildi. İtfaiye arabasının suyunu boşalttım. Sürekli sızdıran vanaya biraz yardımcı olmam yetti. Bunu bahane ederek şeker fabrikasına gittik. On dakikada araç ağzına kadar doldu. Sonra eczaneye gittim. Birkaç ilaç aldım. İki günde toparlandım. Diğer ilaçları saklıyorum. Hasta olduğunu fark ettiğim kimselere veriyorum el altından.

Marangozhanede işe başladım. Ufak bir soba var. Demleme çay içmek mümkün. Patronum anlayışlı birisi. Karşısına geçip cep telefonu kullanmam lazım dediğimde bir hayli şaşırdı. Akşam odama gel, istediğin kadar konuşursun dedi. Hayır, Salı günü öğleden sonra kullanmam lazım dedim. Nedenini sordu, anlattım. İkna etmeye çalıştı. Çapa’yı ikna edemez kimse. Ben de olmadım. Kızdı, kızardı. Çık dışarı dedi. Çıktım. Sonra çağırdı. Ben çıkıyorum. İkinci çekmecede telefon var. Ben gittikten on dakika sonra al. İşini hallet. Bu hayvanlar görmesinler seni. Arkadaki yıkık merdivene git. Oradan kimse geçmez.

Büyük bir bardak çay. Demleme. Ufak tefek, cılız birkaç tahta kalmış merdivenden geriye. Batık bir geminin sular çekilince ortaya çıkmış parçaları gibi. Göğsüm ve karnım ilaçlara rağmen ağrımaya devam ediyor. Güneşli ama soğuk bir gün. Kaykılır vaziyette merdivene oturunca rüzgar üzerimde kaldı. Güneş bir mezarı ısıtır gibi ısıtıyordu içimi. Telefonu çıkardım. Sekizinci aramamda telefon açıldı. istediğim kişi ile görüştüm. Ufak not defterine yazdığım değerleri söyledim. Değerlerin iyi olduğunu annemi bir ay sonra kontrole getirebileceğimi söyledi. Ben gelemem, başkası gelir deyince sebebini sordu. Öğrenince de bir güzel azarladı. Yine de şefkatle kapattı telefonu.

Yorgun ve hastaydım. Gökyüzünde bulutlar parçalanmıştı. Güneş kavurarak ısıtıyordu. Kırık bir ahşap merdivenin üzerine neredeyse boylu boyunca uzanmıştım. Zorlanarak bir sigara yaktım. Sonra birkaç tane daha. Çayım bitmişti. Biraz sonra sigaram da kalmadı. Issız bir çölün ortasındaydım sanki. Marangozhaneden çıkmış yükümü beraberimde getirmiştim. Yokuşu güç bela tırmanan İsa geldi gözümün önüne. Etrafında binlerce ses. Sırtında çarmıh. Düşe kalka yürüyordu. Bir yerde annesine rastlıyor, bir yerde kadının biri yüzünü siliyordu. Bir yerde yanına birini koşuyordu askerler düşüp kalmasın diye, infaz edilmeden cezası. Mahkeme görülmüş, karar verilmiştir.

Mahkeme bahsini burada açmak istemiyorum. Büyük adamların yaptıkları suç olmazken, toplumu daha iyi bir noktaya taşımak için yapılan eylemler suç olmazken bir diğeri nasıl suç oluyor sormak istemiyorum. İnsanların İsa’yı nasıl ölüme sürüklediklerini, azılı suçluları neden serbest bıraktıklarını merak etmiyorum. Ediyorsam da sormak istemiyorum. Bu bir ölü evinde düşünülecek şeyse de şimdi onu yazmanın sırası değil. Yine de sormadan geçemeyeceğim: sizce mahkeme Çile Yol’unun tam olarak neresinde? Çile Yolu dediğim İsa’nın yargılanıp sırtında çarmıh ile yürütüldüğü ve cezasının infaz edildiği rota. Sonradan tepeye bir kilise de yapılmış olmalı. Evet, sizce bu yolun neresinde mahkeme? Romalı yöneticilerin, sağduyulu halkın retorik ve hesaplarıyla şekillenmiş ucunda mı, yoksa yokuşun sonunda çarmıhların kurulduğu tepede mi? Ne dersiniz, bu soruya gökyüzünü de dahil etmek gerekmez mi?

Yine de karamsar olmamak gerekiyor. Dedim ya İsa bile sırtında çarmıhla yokuşu tırmanırken yanına birini vermişler. Buraya geldiğimde yokuşu çıkarken bana nezaret eden Bülent abi de böyle biri. İtiraz etmeme fırsat vermeden çantamı sırtlanmış ve yol boyu nefesi tıkansa da konuşup durmuştu. Sonradan tanıma imkanım oldu. 1979, Kayseri doğumlu. Ailenin en büyüğü. Mualla teyzenin ilk göz ağrısı. Baba tarafından sülalenin ilk torunu. Hem fırlama, hem zeki. Çarşı’da çıraklıkla Anadolu lisesi kariyerini birlikte yürütmüş. 16 yaşında babasını kaybetmiş, 17 yaşında üniversite okumak için İstanbul’a gitmiş. Üç dört yıl geçmiş ya da geçmemiş mühendislik eğitimini yarıda bırakıp; babasından kalan sermaye ile çeşitli işler kurup batırmış, bir şekilde yolunu bulmuş. Yani ne batar ne çıkar dedikleri cinsten. Kendisinden sonraki iki kız kardeşinin okulları memuriyetleri derken annesi Mualla teyze ile şehir şehir gezmiş, bu esnada kardeşlerini evlendirmiş. Kaçak ömrü burada sonlanmış. Soluklanmış belki de. Çay içme bahanesi ile her gün uğrar atölyeye. Konuşmak ister. Konuşur da. Ben sustukça alıştı. Şimdilerde türkü söylüyor. Ben sigara yakıyorum.

Belki bir gün ona da sorarım. Bülent abi bizim mahkememiz yokuşun neresinde?