Sağ ayağımı kuvvetlice yere çakıyorum. Ve sol ayağımı da. Tabanımın acısı bedenime doğru yayılırken acıyı bir kenara koyuyorum; neyin kenarına bilmiyorum. Yokuşun sonunu göremeyişim acımı bastırıyor. Ve yine sağ ayağım iniyor betona şiddetinden hiçbir şey kaybetmeden. Ve sol ayağım…
Saçlarımdan tutup beni bu uçsuz yokuşa bırakanların suretini hatırlamaya çalışıyorum, hatırlayamıyorum. İki kolları ve iki bacakları vardı. Bir de bıyıkları. Bir de hippiler gibi giyinişleri. Bir de bembeyaz tenleri. Ne alaka diyorum içimden. Sonra, söyledikleri birkaç cümle kafamda tekrarlanıyor fakat ne gariptir ki konuştukları dili bilmiyorum. Bilmediğimi nerden mi biliyorum. Bilmem ki. Ben kimim acaba diyorum koşmaya devam ederken. İçimden soruyorum bu soruyu; adımlarımı en şiddetli biçimde betona çakarken, bana söylenenlerin bilmediğim bir dil olduğunu fark ederken, canım yanarken.
Bir kapı beliriyor yokuşun ortasında. Hep oradaydı da ben yeni mi fark ettim bilmiyorum. Çok geniş bir kapı. Hem de açık. Yavaşlayıp içeri gireyim diye düşünüyorum; koşarken. Bunu düşünene kadar sağ ayağım salondan içeri giriyor bile. İçeri girmemle bir şeye çarpmam bir oluyor. Yalpalayıp düşecek gibi oluyorum. “Hey adam, yavaş olsana!” diyor biri. Biri dediğim de çarptığım kişiymiş. “Ö-özür dilerim.” diyorum memnuniyetsizce. Mendebur adam diye geçiriyorum içimden. Amma da fiyakalı adammış diye bir şey beliriyor zihnimde, iç sesim olmalı. Jilet gibi takımı geçirmiş üstüne, üf be. “Sıra senin, geç bakalım içeri.” Şaştım kaldım. Fiyakalı adam eliyle ‘Hesap Salonu’ yazan yeri gösteriyor. Burada ne işim var diye düşünmeye kalmadan adamın gösterdiği yere giriyorum. Kocaman bir salon. Sıralı hamakların önünde, yüksekte kalan makam yeri. Aha dedim içimden, mahpushaneye düştük. Bir adam vardı karşımda. Hakim olduğunu düşünüyorum. Adam önünde bir şeylerle uğraşıyordu. Oturduğu yerin üstünde bir yazı vardı, altın harflerle yazılmıştı sanırım, çok parlaktı, okuyamıyordum. Acaba Adalet Mülkün Temelidir’ mi yazıyordu? Kim bilir. Ben bilemedim.
“Pardon bir şey sorabilir miyim? Bu hamakların birine uzanabilir miyim? Ayaklarım ateş topu gibi, çok fenayım.” deyiverdim aniden. Hakim olduğunu düşündüğüm adam bana baktı, sonra hamaklara baktı, sonra yine bana baktı. Yüzünü buruşturdu. Çok utandım. Ayaklarımdaki ateş yüzüme sıçradı, kıpkırmızı oldum sanki. Yani öyle hissettim. Kötü bir şey mi dedim sanki diye düşündüm. Bir rahatlama geldi. Sahi ya, benim ne işim var burada. “Yaptıklarından haberin yokmuş gibi davranıyorsun. Ben yemem bu numaraları.” dedi adam. Bakışlarını benden ayırmıyordu. Göz kapaklarımı kırpamıyordum. Kırpmaya çalıştım, kırpamadım. İçimde bir yerden bir kurt sesi geldi; beni kemirmeye başladı. Dedim ne oluyor. İçimden dedim tabi. Kendine gel, sen bir şey yapmadın ki. Hakim olduğunu düşündüğüm adama baktım, utandım. Ne yaptım acaba diye düşündüm. Adam kaşlarını çattı, utandım. Göz kapaklarım halen inmemişti, gözlerim acıyordu.
Gözlerimi araladım. Hamakların birinde yatıyordum. Nasıl geldim niye geldim bilmiyorum ama hamak çok rahat. “Yaz kızım! Sanığın ömür boyu bu yokuşta adli kontrol şartıyla koşmasına hüküm verilmiştir.” Neler oluyor? Ne yaptım da hüküm yedim? Hangi yokuş? Hamak sallanıyor. Kimim ben? Duyduklarım birer uğultu oluyor aniden. Karşımda masmavi semayla bakışıyoruz. Birden biri düşüyor oradan. Şaşıp kalıyorum ama tepki veremiyorum. Düştüğü yer önümde beliriyor hemen sonra. Dik bir yokuş. Gökyüzünden düşen adam, belki de fırlatıldı, koşmaya başlıyor o dik yokuştan aşağı. Nereye koşuyor acaba diye düşünüyorum. Ayakları ne çok acıyordur. Bir dakika. Bu adam çok tanıdık..
Gözlerimi aralıyorum. Derin bir nefes alıyorum. Ayak tabanlarımda bir acı; başlıyorum yokuş aşağı koşmaya.
Hacer NOĞMAN
(Ek zorluğu kullanmadım.)