Gönül Mahkemesi

Emine Ecran Şenel

Bu herkesin başına gelmiş midir bilmiyorum ama çok zor bir durum. Bir şeyi yapmak istemek nereden başlayacağını, nasıl yapacağını bilememek. Yaptığın zaman sonucunda başına neler gelebileceğini bilmediğinden cesaret edememek. Fakat ısrarla yapmak istemek. Vazgeçememek. Ne istemekten ne de korkularından vazgeçebilmek… Bu gece bu belirsizliğe bir son vermeliydim. Ya artık hiç düşünmeyecek, unutacaktım ya da korkularımı yenip yapmak istediğimi yapacaktım. Ve yapmaya karar verdim. Bir deli cesareti gelmişti. Cesaretim kırılmasın diye kendimi iyice yüreklendirip, yapabileceğime inandırıp öyle yattım. Nasıl yapacağımı planlarken uyuyakalmışım. Sabaha kadar kabuslar gördüm. Periler, canavarlar, kendi kendine açılıp kapanan kapılar, uçuşan eşyalar…

Nihayet sabah oldu. Kabuslar bitti ve uyandım. Kahvaltı boyunca hiç konuşmadım. Evdekiler hasta olduğumu falan sandılar. Hasta değil sadece düşünceliydim. Yapmaya karar verdiğim işi düşünüyordum. Korkuyor ve heyecanlanıyordum.

Her zamanki gibi kahvaltımı yapar yapmaz dışarı çıktım. Yokuşun başındaki o eve baktım. O, yıllara, binalara ve yenilere meydan okuyan eve. O, eski ama sapasağlam duran, o, küçük ama ihtişamıyla büyüleyen eve baktım. İşte beni kararsızlıklar, belirsizlikler içine sıkıştıran şey bu evin ta kendisiydi. Dışarıda oyunlar oynarken, alışverişten, gezmeden dönerken, balkonda otururken hep yokuşun tepesindeki o eve takılırdı gözlerim. Bi tarafım ısrarla merak eder gitmek isterdi diğer tarafım hep korkardı. Ya içinde periler varsa. Ya da sahibi öldü ama ruhu oradaysa ve gelenlere zarar veriyorsa. Hayır! Hayır! Bunları düşünmeden gidecektim. Hızla tırmanmaya başladım yokuşu. Yarısına geldiğimde nefesim kesildi. Durdum biraz. Göründüğünden daha dik ve uzunmuş bu yokuş. “Hayat yokuşlardan ibarettir. Yavaş ve temkinli çıkmalısın” derdi babam. Unutmuşum.Yavaş yavaş çıktım. Yokuşun başına geldiğimde kalbim yerinden çıkacak gibiydi. Korkuyordum ama vazgeçmeyecektim. Bahçe kapısından içeri girdim. Her yanı yabani otlar sarmıştı. Bissürü kurumuş gül ağaçları vardı. Ve kocaman ağaçlar. Bu bahçenin içinde bu ev nasıl kaybolmamıştı hayret! Bir hışırtı duydum. Olduğum yerde kaldım. Yutkunamadım bile. Altıma yapacaktım. Kediymiş. Sadece bir kedi. Evin etrafında dolaştım. İçine girmek istiyordum ama kapısı kilitliydi. Pencerelerde bırak kırığı çatlak bile yoktu. Perdelerin arasından evin içi gözüküyordu. Tam bu eve layık eski ama sağlam eşyalar gördüm. Merakım iyice arttı. Artık korkmuyordum da. Ama nasıl girecektim içeri? Bunca zaman sonra cesaretimi toplayıp buraya kadar gelmişken eve girmeden gidemezdim. Gururuma dokunurdu bu benim. Kapıyı zorladım. Pencereleri zorladım. Nafile. Bir santim bile oynamıyorlardı. Bu kadar eski bir ev nasıl bu kadar sağlam olabiliyordu? Çok öfkelendim. Bir tane taş alıp pencerenin birini kırdım. Geçebileceğim kadar yer açılınca girdim içeri. Tam hayal ettiğim gibiydi içerisi. Epeski… Ama o kadar güzel o kadar huzurluydu ki… Çok garip hissediyordum kendimi. Üzerime bir olgunluk inmişti. Kocaman bir adam gibi hissediyor ve düşünüyordum. Eşyaların sevgiyle ve özenle dizildiği çok belliydi. Pencerenin önünde bir sedir, sedirin yanında şömineye benzer bir ocak vardı. Ocağın önünde de iki minder vardı. Minderlerin arasında bir kitap dikkatimi çekti. Mindere oturup kitabı elime aldım. Köroğlu Atölyesi Hikayeleri yazıyordu kapakta. Kapağı açtım bir sürü yazar ismi vardı. Rastgele bir sayfa açtım çıkan hikayeyi okudum. Etkilenmiştim. Güzel hikayeydi doğrusu. Efsane tadında bir sevda öyküsü anlatılıyordu. Necip ve Mahinur… Sevdiği ve sevdası için ölüme atlamıştı Necip. Ve sevdiğinin ardından yaktığı ağıtlarla çöle çevirmişti bir zamanlar yaşadığı güllük gülistanlık diyarı Mahinur.

Ben, hikayenin devamı olsaydı nasıl olurdu acaba diye düşünürken aniden tuhaf şeyler oldu. Ocak kendi kendine yandı. Ve ateş bir bilgisayar ekranına dönüştü. Ekranda bir çöl göründü. Çölün ortasında çığlık çığlığa ağıt yakan yapayalnız bir kız vardı. Her şey okuduğum hikayedeki gibiydi. Bu ağlayan kız, Mahinur olmalıydı. Kız ağlarken sık sık gökyüzüne bakıyor, sanki gökyüzünden bir şey bekliyordu. İnsanlar dertli oldukları çoğu zamanlarda ve dualar ederken gökyüzüne bakmazlar mı zaten? Hatta dedem anlatmıştı Peygamber (s.a.v) de sıkıntılı olduğu zamanlarda vahyin gelmesini beklerken gökyüzüne bakarmış. Bir keresinde ayet bile inmiş bu durum hakkında "yüzünü gökyüzüne çevirdiğini biliyoruz..." diye. Kim bilir Mahinur da derdine derman, gönlüne bir inşirah bekliyordu gökyüzünden. Aniden bir ses duyuldu “Gökyüzü mahkemesi kurulsun!” Gökyüzü değişmiş, bir mahkeme salonuna dönüşmüştü. Güneş hakim, ay savcı olmuştu. Yıldızlar jüri üyesiydiler. İnsan cinsinden iki genç yargılanıyordu. İkisini de ayrı ayrı konuşturdular. Ve anladım ki temiz yüzlü olan Mahinur’un sevdiği Necip, gözlerinden kötülük saçan diğer genç, hikayenin kötü kahramanı Balaban’dı. Necip, Balaban'ın Mahinur’a büyü yaptırdığını ve kendisinin de büyünün etkisinden sevdiğini kurtarmak pahasına canından olduğunu söylüyordu. Bağban ise onu yalanlıyor, masum olduğunu iddia ediyordu. Ay ve güneş birbirlerinin kulaklarına bir şeyler fısıldadılar. Sonra güneş yıldızlara seslendi “Gökyüzü Mahkemesinin sayın jürileri! Sanıkları dinlediniz. Şimdi gönül mahkemenizde adalet ile değerlendirip haklı bulduğunuz genci bize bildiriniz.” Yıldızlar kendi aralarında konuştular. Sonra aralarından bir sözcü “Sayın hakim! Bilirsiniz ki gökyüzü yeryüzünde yaşananların şahididir. Aramızda Balaban'ın kara kuyudaki ifrit ile anlaşıp büyü yaptırdığına şahit olan yıldızlar bulunmaktadır. Dolayısıyla Balaban masum değildir. Ve yeryüzüne dönmeyi hak eden Necip’tir.” dedi. Balaban itiraz edecek gibi olduysa da Güneş'in sert bakışları karşısında susmak zorunda kaldı. Büyük bir sessizlikten sonra Güneş’in “Karar!” diyen sesi duyuldu. “Yıldızların şahitliği ve elimizde bulunan deliller neticesinde Balaban’ın haksız olduğuna ve sonsuzluk iksirini hak edenin Necip olduğuna karar verilmiştir.” deyip huzmelerinden süzdüğü iksiri küçük bir şişe içerisinde Necip’e verdi. “Yarısını sen iç yarısını da sevdiğine ikram et. Sonsuza kadar yaşayacaksınız. Daima genç kalacaksınız. Bir işe hüküm verirken önce gönül mahkemenizde değerlendirin ki iksirin etkisi sonsuza kadar devam etsin.” dedi. Necip bir kartal gibi uçarak Mahinur’un yanına geldi…

Gözlerimi açtığımda elimde kitapla minderin üzerine kıvrılmış yatar vaziyette buldum kendimi. Gördüklerim rüya mıydı yani? Ne zaman uyuduğumu bile bilmiyordum ki. Şaşkınlığımı üzerimden atmaya çalışırken “Hoş geldin delikanlı” sesiyle irkildim. Sesin sahibine baktığımda şaşkınlığım daha da arttı. Çünkü odanın kapısında duran bu, boylu poslu yakışıklı ve eski kıyafetli genç adam Necip’in ta kendisiydi. Şaşkın şaşkın yüzüne bakarken “Ho… ho.. hoşbulduk” diyebildim kekeleyerek. Sonra içeri seslendi “Mahinur Sultan! Bak torunlarımızdan biri Tanrı misafirimiz olmuş. Güzel bir sofra kurasın hele” dedi. Sofra kuruldu. Bakır tabaklar içerisinde bulgur pilavı ve salata vardı. Necip salatayı pilava karıştırdı. “Bismillah” dedi ve tahta kaşıklarımızla yemeye başladık. Salata ve pilav ikilisi çok lezzetli olmuştu. Hayatımda yediğim en iyi yemekti. Yemekten sonra meraklı gözlerle Necip’e baktım. Ona neler olduğunu sormak, rüyamda gördüklerimi anlatmak istiyordum. Ben sormadan o konuşmaya başladı. Bana rüyamda gördüklerimin gerçek olduğunu, iksiri içtikten sonra Mahinur’la buraya gelip yuva kurduklarını, kıyamete kadar burada yaşayacaklarını, benim de onların soyundan geldiğimi anlattı. Şaşkındım. Hiçbir şey söyleyemedim. Hikaye kitabına takıldı gözüm. “bu kitap?...” dedim. “Bu kitap yeni basıldı. İçinde bizim hikayemizi de anlatmışlar. Bundan sonra senindir.” dedi. Teşekkür ettim. Geç kaldığımı söyleyip eve gitmek için ayağa kalkmaya yeltendiğim sırada elimden tuttu “Bizde büyüklerden nasihat alınır, küçüklere de nasihat verilir.” dedi ve devam etti. “Kırma! Gönül kırma, hatır kırma. Kimsenin camını kırma:) Bir işe hükmedeceğin vakit gönül mahkemesinde iyice değerlendir ki hataya düşmeyesin. Gönlün açtırdığı çiçeklerin rayihası sonsuza kadar eser. Ve yol gösterir gönlü güzellere. Unutma gökyüzü şahittir yapılan her işe.” dedi. Sonra bana elini uzattı. Öptüm. Mahinur’un da elini öptüm. Kitabı alıp çıktım. Tam bahçe kapısından çıkarken kırdığım cam için özür dilemediğimi hatırlayıp geri döndüm. Fakat kapı yine sıkı sıkı kapanmıştı. Kapıya vurmaya çekindim. Kırdığım pencereye baktığımda sapasağlam durduğunu gördüm. Bahçeden hızlıca çıkıp yokuştan aşağı koşarak inmeye başladım. Yaşadıklarımın rüya olmasından korkuyordum. Sonra elimdeki kitaba baktım Köroğlu Atölyesi Hikayeleri. Mantığım almıyordu ama gönlüm biliyordu ki hepsi gerçekti… Evimizin önüne geldiğimde dönüp yokuşun başındaki o eve baktım yeniden. O, yıllara, binalara ve yenilere meydan okuyan eve. O eski ama sapasağlam duran, o küçük ama ihtişamıyla büyüleyen eve baktım. Korkuyla değil sevgiyle baktım. Necip ve Mahinur’un gönül çiçeklerinin rayihasını hissettim yüreğimde…

not: Kahramanlar Esra Erman’ın Balaban ile Mihrimah hikayesinden alınmıştır.