Yola çıktığında sonu olduğuna inanıyorsun. Bir yerde bitecek bu yol. Çıktığın yol güzel değilse bir süre sonra bitsin istiyorsun zaten. Attığın her adım zorla, istemeyerek. Ben bu yola ne zaman çıktım? Saat sabah 10.00'du galiba. 4 saat var, yetişirim demiştim. Şimdi 13.30. Yarım saat kaldı ve ben hala yolun bitmesini bekliyorum. Ankara'nın yokuşu bitmez evet ama hiç bu kadar bitmeyen bir yokuş çıkmamıştım. 3,5 saat. Yokuş uzadıkça düşüncelerim beni sarmaya, çekmeye, düşürmeye çalışıyor. Hain düşünceler. Oysa ben zaten cezamı çekmeye gidiyorum. Birazdan mahkemem var. Bir de içimdeki mahkemeyi kaldıracak gücüm yok. Bırakın beni.
İlk yarım saat düşünmedim hiçbir şey. Güzargahı planladım sadece. En kestirme görünen yol burasıydı. Herhangi bir ulaşım aracı kullanmam yasaktı mahkemeden dolayı. Yürümem gerekiyordu ve bitmeyen bir yokuşu seçmiştim bunun için. Çünkü bir uçurumu yoktu. Çünkü ben bir yanı dağ bir yanı uçurum olan yollarda bile istemsizce uçuruma yöneliyordum. En güvenli olarak tanımladığım bu yolun kendisinin bir uçurum olması şaşırtmıyordu beni. Sonraki 3 saat 3 milyon düşünce ile savaştım. Düşünce yorgunuydum artık.
Neden hala gelmediğimi anlayamıyordum. Tedirgin olmaya başlamıştım. Bu mahkemeye yetişemezsem cezam ben yokken verilecekti, kendimi savunmama fırsat bile verilmeden. Biliyorum benim penceremden bakmayan hiçbir insan, hiçbir mahkeme beni ve savunmamı anlayamazdı. Ama geçen 3,5 saatin sonunda ben de beni anlayamıyordum. İçimde kurulan mahkeme en acımasız biçimde yargılamaya başlamıştı beni. Bu tedirginliğimin daha da artmasına yol açmıştı. Ya mahkemeye vardığımda bir savunmam olmazsa? Kafası karışık bir insana kim güvenirdi ki?
"Neden yaptın bunu? Herkesin birbirini kırdığı bu hayatta... Birçok insanın seni kırdığı bu hayatta sen neden kendi kalbini kırdın?" Aslında bir savunmam yoktu. Mahkemeye çıkıp bunlar sizi ilgilendirmez demek istiyordum. Bu benim kendimle aramdaki bir mesele.
Artık bu yokuşun bitmeyeceğini kabullenmeye başlamıştım. Yolun sonunu merak etmiyor, sadece yürüyordum. Tedirginliğim yerini pişmanlığa bırakmıştı. Bir savunmaya gerek de yoktu artık. Suçumu kabul etmeye başlamıştım. Ben izin vermedikçe kim kırabilirdi beni, hadi kırdı diyelim ben izin vermedikçe kim derinleştirebilirdi bir kırgınlığı? İnsanları önemsediğim kadar beni kırabilirlerdi. Ben kendimi önemsemediğim kadar kırabilirdim kendimi. En büyük pişmanlığım bu. "Başkalarının ne dediğinin bir önemi yok, başkalarının seni kırmaya çalışmasının bir önemi yok. Herkes bir silüet. Önemsemediklerin kaybolacak tüm izlerle. Önemli olanlar bir yüze kavuşacak. Sen değerlisin. Hataların olacak evet çünkü insansın hata yaparak öğreneceksin bazı şeyleri. Bu senin değerini eksiltmez. Doğru insanların yüze kavuşmasını sağladığında bahçende çiçekler açıyor. Yollar güzelleşiyor. Affet artık kendini." İçimdeki sesler susmuyordu, her biri bir şey diyordu ama bu ses baskın gelmişti en son. Son cümlesini kurdu ve mahkeme bitti. Saate baktım. 13.59. Yola baktım, birkaç adım sonrası görünmüyordu.
Tik tak tik tak tik tak.
Yokuş bitti.