Tutsak edilmiş fikirlerin biriktiği çöllerde kaleminle serapları sen çiz ki zincirleri kırmak kolaylaşsın.
…
“Seviyorum ben onu abi. Deliler gibi seviyorum. Sen sevgi diyordun değil mi buna? Yoksa aşk mıydı bu? Bilmiyorum ki abi. Ne diyeceğim, nasıl anlatacağım ona? Ya beni cezalandırırlarsa ya bu zincirlere beni de bağlarlarsa. Ne yaparım o zaman, hiç konuşamam, hiç sevemem. Yapamam abi, olmaz. Şurda birkaç gün sonra öleceksin sen, ben ölmeye hazır değilim daha”
“Sus. Devam etme bu saçmalığa. Ne olduğunu bilmediğin bu nadide hisleri ağzına alma sen de. Ölecekmişim. Ölmeye hazır değilmiş. Oğlum siz zaten ölüsünüz. Sadece üzerinize toprak atılmamış o kadar. Hisleriniz zincire vurulmuş sizin, boğazınız vurulsa ne olur? (!) Benliğini kaybetmiş et ve kemik yığınısınız siz. Ölecekmişim. Uğruna öleceklerim var benim, öleceğim tabi.
Sizin ruhunuz ölüyor. Ruhunuz ölüyor da kimse kefenleyip gömmüyor toprağa. Fark etmiyorsunuz kendi kokuşmuş nefislerinizden. Onlar katili oldukları bu ruhların ne denli acı çektiğini bilmiyorlar. Onlar ne yaptıklarını bilmeyen yeryüzünün yürüyen canavarları. Onlar senin adını dahi bilmediğin hislerinin, duygularının hırsızı.”
…
İnfaz kararımın gelmesini bekliyorum. Özgürlük için direnirken beraberimde yıpranan kalemim hala benimle, bu satırlarda da bana eşlik ediyor. Zihnimde tutsak edilmiş duygularımı, düşüncelerimi özgürleştirmek istiyorum. Sessiz çığlıklarımın yankılanmasını istiyorum. Farklı bir şeyler var içimde biliyorum. Ses değil bir bütün olmak istiyorum kelimelerle bu sefer.
Ben bu çöle geleli iki ay olacak neredeyse. İki ay kadar kısa bir süre nasıl olur da yıllar gibi gelir anlamış değilim. Her saniyem bir başka geçiyor şimdi. Galiba gerçekten sona yaklaştım. Haklı mısın be çocuk? Ölecek miyim? Ya ben ölmeye gerçekten hazır değilsem?
Ne zaman var olmuşum da şimdi yok olmuşluğun pençesine takıldım bilmiyorum. Yaşamım tutsak edilmişti hiçliğe. Hiçliğin girdabında kucaklamaya çalışıyordum özgürlüğü. Hiçliğin girdabında haykırıyordum sevgiyi. Zihnimin içindeki söylenmemiş sözler kırgındı bana. Sırada bekleyen o kadar söz vardı ki hepsi zihnimin tavan arasına kaldırıldı zorla. Hatta bazıları zamanla bu bataklıkta eriyerek yok oldu orada. İstediğim şey çok değildi aslında. Düşüncelerimin, duygularımın bir kuş gibi havalanmasını istemiştim semada. Bazen onlardan uçurtma yapıp gökyüzünü nasıl renklendirdiğini izlemek istemiştim. Haykırmak istemiştim içimdeki neşeyi insanlığa, haykırıp yaymak istemiştim sevgimi. Sadece kendimin değil bütün insanların sesi olmak istemiştim. Haykıramadıkları sözler, akıtamadıkları göz yaşları, yaşayamadıkları düşleri... Karabasan gibi hayatlarına çöken o zalim ruhların eceli olmak istemiştim. Her şey yasaktı bizim dünyamızda... Aslında onların dünyasında. Bizim dünyamızda sevgi vardı, aşk vardı, umut vardı. Onlar etten, kemikten bile ibaret değildi belki de. Onlar yaşamın robotlaştırdığı demir yüreklerdi. Özgürlüğün içinde tutsak edinmiş zihinlerdi… İşte yaşam böylece sıradanlaşıyordu onlar için, bütün hevesler kursakta bırakılıyor, bütün umutlar güneş doğmadan batıyordu, batırılıyordu.
Daha zincirlerini kırmadığım özgürlüklerim var benim, zincirleriniz sizin olsun.
…
Ay, yıldızlarını heybesine doldurmuş usulca uzaklaşıyor gökyüzünde. Gün ağrımaya başlıyor, güneş uykusundan uyanıyor yavaş yavaş. Havada derin bir matem kokusu var. Rüzgârın çığlıkları aksediyor sokak köşelerinde. Deniz dalgalanmıyor, saygı duruşundaydı adeta. Toprak titriyor, utanıyordu kendinden. Kuşlar o güne değin kimsenin duymadığı hüzünlü mısralar şakıyor. Harfler telaşlı, bir araya gelmekten korkuyorlar. Ardından şiddetli bir gürleme ve gökyüzünden yeryüzüne büyük bir coşkuyla inen yağmur damlaları, acılarını kusuyor gökyüzü, hüzünlerini dağıtıyor yeryüzüne…