Tekil Ayrılıklar Zinciri

Sefa Fırat

Sanırım ömründe bir kere kuyuya düşen

insan bir daha düşme dürtüsünden kurtulamıyor.

Sürekli düşüyor kuyuya.

Tekil Ayrılıklar Zinciri

Bir zamanlar merdivenler ülkesinde sadece grafitler kullanılırmış, diye başlayan çocuk masalına ikinci kez aynı hissiyatla başladım. Sanırım İbrahim'le tanışmamıştım o zamanlar. İbrahim bana içini dökmemişti doğru düzgün. Yutkundum. “…Muffin merdivenler ülkesinde kalem görevlisiymiş. Kalemlerin bekçiliğini yaparmış. Kalemler merdiven yapımında kullanılırmış. Önemi bundan değilmiş yine de. Muffin önemini hiç araştırmamış. Önemsizler çöp kutusuna atılırmış. Oraya yağmalanırmış. Neyin önemli neyin önemsiz olduğunu E belirlermiş. E merdivenler ülkesinin kedisiymiş. O muffin'i tanırmış..."

İbrahim beni tanıyor muydu? Ya da en son kaç yıl oldu? Kalemi kitabın arasına koyup kapadım. Kalem kayacak gibi oldu. Düz bir yere koydum, oturmasını bekledim, sonra gittim. Mektupları karıştırdım biraz. Sene 1978 "... o zamanlar sana böyle bir şeyin olduğunu söylediklerinde kabul etmek istemedim. Hem bizim …. yani. Nasıl düşsün bir kuyuya. Kör değil, sakat değil…" Sene 1981 "...durumun ciddiye binmesinden inan ben de endişeliyim. Ne yapacağımı bilmiyorum. Öyle bir boşluktayım ki kendimi bir kuyudan aşağı atsam sadece su sesi çıkmaz gibime geliyor. E. Münevver in dedikleri aklımdan gitmiyor…. Geleceğimi kimseye söyleme olur mu?" İbrahim'i bulamadım. E. Münevver annem olur, 47 yaşında geçirdiği hastalık sonucu vefat ettiğini söylediler. Fazla da peşine düşmedim, kime gittiysem saçma bir şeyler söylediler çünkü. Grafit yutan insan ölür mü hiç? Annem grafit yutarken ölmüş. İlaç içmezdi hiç, ilaç sanıp içmemiştir grafiti. Ama nasıl oldu bilmem ölmüş. Çok da mühim değil zaten. Tekrar kitaba döndüm, kalemi alıp devam ettim.

"Her gün kalemi almaya çalışanlar olurmuş. Muffin onları kovalarmış. Bir metreye kadar, ondan sonrasına gitmezmiş.” Ya da gidermiş. Amaaaaan! Ben niye yazıyorum ki bunu. Ne olacak yani yazdım diye ödül mü verecekler bana? Verseler tatmin mi olacağım? Bir masalı, sırf aldığım defteri sevdim diye oraya sıkıştırmanın ne anlamı var? İleride çocuğuma okurmuşum. Git kitaptan oku! Ne uğraşıyorsun didik didik, kör gözünle, sesli kitaptan dinleyip de yazmaya. Yazını teyit bile edemiyorsun. Ya yanlış yazmış, bir sıraya oturtamamış olduysan? Belki de harfleri unutmuşsan; üç aylık raporumun dördüncü ayına geldim diye polisle tartışan ben, ya bir şeylerin içine girip dışından bakmaya çalışıyorsam? Yani masalın içine girmek isterken onu bir deftere yazıp- yazarken bir şeyler ekleyip- bakamadığım gözlerle de elimi sürte sürte harflerin çıkıntısına bakmaya çalışıyorsam? Ki bunu terzi titizliğinde yapıyorum. Ama İbrahim abi net bir şey yoktur der, onun hatrına ya yapıyorsam? Ki en âlâsını yapıyorum. Allah benim iyiliğimi versin o zaman! İyiliğimi bir gömleğe giydireyim. Sonra onu giyeyim, sokağa çıkayım. “İbrahim abi, oldu mu şimdi?” diyeyim. O da “Olmaz mı?” desin. Ama İbrahim abi net bir şey yoktur der. “Olursa güzel oluurr” (…)

Birini arıyorum evet. Mektuplar Muffin'den. Ama karışık. Sene yazıyor, Muffin ismi sona iliştirilmiş ama metin okunmuyor. Yani bir kısmı okunuyor. Diğer kısmı suya dökülmüş ama "bir kısmı" bundan etkilenmemiş. Suya giren sudan etkilenmez zaten. Suya giren sudan çıkar. Etkilenmez, sudan çıkar. Su çıkar, suya giren çıkar. Su çıkarken çıkar. O yüzden sudan çıkar. Etkilenmez. Ama mektuplar bana İbrahim'i anlatmıyor. Henüz o kadar büyümedi Muffin. İbrahim'i henüz kimse görmüyor. Ben görüyorum desem de kimse inanmıyor. Körsün ulan sen! Sensin diyemiyorum, gözünde kanıt var, benim yok.

"Bir gün polisiye kitaplarından harmanlayıp da masal ismini uydurduğum defteri açacak olursam su içeceğim. Su dökmem. Bu kadar aşikar etmem. Su içerken sanki kazara suyu dökmüş gibi yapar metni silerim. Silgiyle değil suyla. Foşur foşur değil ama. İbrahim gibi, “Benim Tanrım bu olamaz. Bu batıyor; bu da olamaz bu beni terk ediyor, peki bu olabilir mi?” Peki su olabilir mi: bir silgi?

Kendimi anlatmaya başladığım günden beri-dünden beri- huzursuzum. Ne yazsam o değilsin biraz şöylesin, ya aslında o da denemez. Biraz silik gibisin. Ama okunursun; nasıl desem dedektif gibisin ama suçlu değil, sensin aranan, diyorum kendime. Sonra siliyorum tabi. Yazdıklarımı silmem suyla oluyor. Susuz bir grafit çölü yazdıklarım. Çöle serap değil su gerek. Ondan içiyorum suyu, döküyorum diyemem. Ama döküyorum gibi. Tam değil, amaan diyemem işte,içiyorum!

(…)Bu yüzden anneme yalan söylemek istemem. Annem su içerken yere dökme derdi,bir gün havaya dökmeyi denedim. Çok kızdı önce, çünkü havadan yere döküldü. Ben şaşırdım, annem de. Ben bir daha şaşırdım. Dedim koskoca kadın, bilmiyor mu dünyanın kuralını, niye şaşırıyor. Bunu babamdan öğrendim. Gittim dedim, biz şimdi böyle böyle bir olay yaşadık baba, ahanda şöyle sallayıp şuraya fırlattım. Babam şaşırmadı buna. Sevindim, dedim niye şaşırmadın?Ben kağıdım evlat. Sen kalemsin, annen silgi. Annen şaşırır. Çünkü silgiler suyu sevmez. Su yere döküldüğünde sen onun akışkanlığını ve iz kaybedebilme özelliğini fark edersen annene ihtiyacın kalmaz. Ondan korktu kadıncağız. Bense şaşırmadım çünkü her şeyi benim üstümde yaptınız. Ben gördüm ondan şaşırmadım. Yoksa buna şaşırılır. Öyle ya, sen yanıma geldiğinde annen senden dağılan grafitleri yiye yiye intihar etti. Öldü. Şimdi şu kenara geç de, üçüncü raftaki yedinci kitabı oku. Orada annesi ölen bir çocuğun ne yapması gerektiği bir bir yazıyor. Hadi(…)

Buraya kadar gelen küçük parçaların bir yapbozu oluşturacağına inandığımdan örgüyü karışık verdim. Kendi içinde bir düzlüğü varsa kafanızın kalem olmasından kaynaklanıyordur. Benle alakası yok. Ben bu karmaşık ve dağınık defteri açtığımda -sırayla gittiğime eminim- bu düzen vardı. Bu bir düzen belirtiyordu demek ki kaleme, öyle yazmış. Bilmiyorum, İbrahim biliyordur belki. Defterin son yaprağına kadar geldiğimi söyleyebilirim. Orada buraya kadar neleri anlatmak istediği yazıyor. Ama yine bu dille, bu karmaşıklıkla. Sanırım ömründe bir kere kuyuya düşen insan bir daha düşme dürtüsünden kurtulamıyor. Sürekli düşüyor kuyuya. Bu yüzden orayı buraya yazmayacağım ama şizofreni olmayacağını biliyorsunuzdur siz de. Değil mi?...

Sonra şöyle oldu: ‘Bize bahsedilen İbrahim karakteri aslında yazarın kendisiymiş’. Ama insanın adı neyse ondan iki tane vardır içinde. Bir İbrahim, bir de İbrahim. Bunu değişik bir kurguda böyle anlatması biz doktorların hastalığa yeni bir pencere açılması gibi oldu. Böyle bir hastayla karşılaşmamız tıbbın ne kadar ileriye gideceğini gösteriyor. Buna rağmen İbrahim'in -mit denir mi bilemem- tarihten aldığı bir olayı düzleme aktarırken bahsettiği, benzettiği şeyler çok garip. Muazzam denmez bir hastaya. Çok garip.

Bu da İbrahim'den kalan bir şey. Bize Müzeyyen Hanım* verdi bunu. Vermeden önce değişik bir şey de söyledi: “İbrahim beni hiç sevmezdi. Ben onun üvey annesiydim. Bilmiyorum Mustafa ne diyordu benim için ona. Ama hiç sevmedi beni. Sanırım bunu bize ithaf etti. Bizi anlattı ama ona böyle yaptın desem kesinlikle reddeder. O dünyaya farklı bakıyor… Buyrun.”

O, bu:

"En sonunda şöyle oldu: E. Münevver geldi doktora. Dedi bunu size veriyorum. Vermeden önce de bir şeyler zırvaladı. İbrahim abiden filan bahsetti.... O benim annemdi, bunu niye dedi bilmiyorum... Muffin kalem görevlisiydi. Bundan bahsetmiş olması sanırım masalı okuduğundan... Ama burada sizi anlatmadım. Yani sizi anlatmadım, sızı zaten anlatılamaz... Ben dünyaya farklı bakıyorum derken, gözüm yok ya ondan. Siyah bakıyorum ben. Kızarken bile. Anneme bile. Hatta üvey olmasa bile…

Sefa Fırat

*Hanım demeye lüzum yoktu ama, iş icabı.

Not: Yazar tekil kişi ama insan değil.