Bir zamanlar diye bildiğim bir hâldi; kum tanecikleri ayak tabanımı karıncalandırıyor. Kaygan, kızgın kumlar gıdıklıyormuş gibi bir his uyandırıyor bende ama hayır, hissin adını koyamıyorum. Yürüyorum. Düşünüyorum yürürken. Yürürken düşünüyorum. Kızgın kum taneciklerini değil ama. İnsan diyorum iç sesimle. Becerebilir mi yazmayı, yazgısını. Ayaklarımın altındaki kum tanecikleri kayıyor; kendilerince cevap veriyorlar, yalpalıyorum ama düşmüyorum. Gıdıklanma sandığım ama asıl adını koyamadığım o his daha kuvvetli bir şekilde yokluyor beni. Ayağımın altında kayan tanecikler güneşten birer parçaymış gibi yakıyor ayak tabanımı. Serap bile göremiyorum. Kendimden geçemeyişimi yadırgıyorum. Sıcaklığı sorguluyorum; tekrar yalpalıyorum. İnsan diyorum iç sesimle yine. Yazgısını yazamaz. Kum taneleri kayıyor ayağımın altından. Gıdıklanma sandığım ama asıl adını koyamadığım his yokluyor yine beni.
Yürüyorum; boynumda ağırlıkla yürüyorum. Bir zamanlar diye bildiğim halin devamıydı bu. Yürüyorum fakat o bahsettiğim his azalmıyor. Boynumdaki ağırlığı düşündükçe kamburum çıkıyor. Yürüyorum. Kum taneleri ayağımın altında kayarken yürüyorum. Yalpalıyorum ama yürüyorum. İnsan diyorum ama iç sesimle. Yazgısını kendi yazabilir mi. Tekrar yalpalıyorum. Kaçıncı oldu saymadım. Yürürken bakıyorum boynumdaki ağırlıklara. Halkalar birbiri içine geçmiş. Ben diyorum kimim. Bu halkalar da nesi. İç sesim söylüyor bunları hep. İnsan diyorum, kendi yazgısını yazamaz. Birbiri içine geçmiş halkaların boynumdan sarkışlarını izlerken yürüyorum. Yalpalıyorum, kum tanecikleri ayağımın altından kayarken yürüyorum.
Her gün yürüdüğümü fark ettiğimde, bir zamanlar diye bildiğim şeyler kendini her güne bırakmıştı. Bu acıydı. Belki de acı vericiydi. İkisinin arasındaki farkı bilmiyorum. Ama ayağımın altından kayan kum taneciklerinin verdiği o his ve boynumdaki birbiri içine geçmiş halkaların verdiği his bu ikisi arasındaydı; acı ve acı verici. Belki de ta kendileriydi.
Birbiri içine geçmiş halkaları izlerken, halkaları izler vaziyette yürürken bir şey dikkatimi çekti. İnsan dedim ama dış sesimle. Yazgısını yazamaz. Yürüdüm. Kamburumun belirginleştiğini biliyordum. Çünkü halkaları daha yakından görüyordum. Bu acı vericiydi.
Bir gün, kamburumun iyice çıktığını bildiğimde, ayaklarımın altındaki kum taneleri kayarken, ben yalpalarken... Ben dedim, bir şeyler yazabilirim. Ne yazabilirim diye düşündüm. İnsan böyledir bilirsiniz; düşünmeyen bir varlıktır. Yazacak bir şey yoktu, ben düşündüm de durdum. Yürürken düşündüm. Boynumdaki, birbiri içine geçmiş halkalara bakarken düşündüm. Ben dedim yazabilirim dedim. Bir baktım halkalarda harflere benzer bir şeyler var ama harf değiller. Ben de yazabilirim dedim. Ama kalemim yok dedim. İç sesimle. Yürürken bir çalı çıktı önüme, şaşırdım. Burada çalı çırpı pek bulunmaz dedim, iç sesimle tabii. Teşekkür ettim. Sesli ettim teşekkürümü. Kopardım çalıyı. Yazabilmem için ucunun sivri olması gerektiği bilgisi yerleştirilmiş kafama. Nerden bilmiyorum, belki de halkaların birinde yazıyordur. İncelttim çalının ucunu, işte dedim sen kalemsin. Bir şey demedi. Yürüdüm. Kalem ne demekti bilmiyorum ama yine de yürüdüm.
İnsan dedim, kendi yazgısını yazabilir mi. Bu soruya çok önceden yazamaz demiştim ama çalıyı görmemle tekrar sordum bu soruyu. Bir cevap veremedim. Çalının ucunu sivrileştirince bir daha sordum. Baktım bu soruyu tekrarlıyorum, dedim ki kendime; bu soruyu sana tekrarlatan nedir. Bir şey demedi kendim. Bunu düşündüm yürürken. Bu soruyu her soruşumda kendime, yalpaladım; ayağımın altındaki kum tanecikleri kaydı. Güneşten geldiğini sandığım bu tanecikleri artık cehennemden geliyor diye düşünüyordum, öylesine yakıcıydılar. Ama sormaktan geri kalmadım. Derdin ne senin dedim kendime. Cevap vermedi kendim. Ama canım da yanıyordu. Kamburum ufak bir tepe gibi sırtımdaydı, bunu biliyordum ve yürümeye devam ediyordum. Birbiri içine geçmiş halkaların sayısı artıyordu ve ben onları izliyordum. Canım acıyordu.
Bu yüzden hiç yılmadım. Canım acıdıkça daha çok sordum o soruyu. Hani şu yazgıyla ilgili olanı. Yürüdüm aynı zamanda. Zaman kelimesini bilmedim yürürken. Saniyelerin, dakikaların, saatlerin, haftaların, ayların ve yılların geçtiğini ‘yürüdüm’ diyerek adlandırdım. Başka türlüsünü bilmiyordum çünkü.
Bunu hiç sorgulamadım. Zamanın ne olduğunu bilmeme gerek var mıydı? Zaman, halkaların her biri miydi? Belki de halka bildiğim ay ya da yıla tekabüldü. Bilmedim. Bilmemek kolaylıktı. Kimileri buna cahillik de der. Ama ben onu da bilmedim.
Sonra şöyle oldu: Ben kalem bildiğim çalıyla yürüdüm. Yürüdümden kastım yıllarca yani. Halkaların sayısı arttı, ben yürüdüm. Ayaklarımın altındaki o kum taneciklerine yüzüm çok yaklaştı ve ufak tepe diye adlandırdığım kamburum koskoca bir dağa dönüştü. Bana gölge bile oluyor bu sıcakta. Böyle düşünmek akıllılık mı diye bana sorarsanız, ben size insan derim. Sonra o malum soruyu sorarım. Çünkü halen yazmaya çalışıyorum. Bu çalıyı bulduğum zamandan beridir yazmaya çalışıyorum. Belki de ona kalem demeliyim. Sahi, yazıların hepsi kalemle mi yazılır. Bilmedim bunu hiç. Belki de bildim. Bilmem.
İnsan dedim, kendi yazgısını yazamaz. Bunu en son dediğimde kamburum yoktu. Yine yürüyordum ama karşıya bakıyordum. Şimdi ise ayaklarıma bakıyorum; ayak tabanlarımı yakan kum taneleriyle göz gözeyim. İnsan dedim, hem yazgısını yazamaz hem de… Birbiri içine geçmiş halkaların oluşturduğu zincir kocaman bir halkaya dönüşmüştü şimdi. İlk halkayla son halka birleşiyordu. …İnsan hem yazgısını yazamaz hem de başladığı yere geri döner.
En sonunda kalem bildiğim çalıyı bıraktım. Adımlarım yavaşladı. Yakıcı kum tanelerine değiyordu burnum. Durdum. Çok geçmedi. Bir zamanlar yürürken ayaklarımın altında olan kızgın kum taneciklerinin altındaydım. Son hatırladığım şey, ilk halkayla son halkanın birleşmesiydi. İçimden dedim, su dökmezseniz bu kum tanelerinin üstüne, rüzgâr savurur onları dedim. Su bulun ve dökün dedim. Lütfen dedim. İçimden dedim. Öyle yapılırmış dedim. Sordum kendime, nerden biliyorsun dedim. Bilmem dedim. Çölde suyu nerden bulurlar dedim. Ona da bilmem dedim.
İnsan dedim, kendi yazgısını yazabilir mi? Yazamaz dedim.