Çöl, kalem, zincir
- Bir zamanlar.... - Her gün.... - Bir gün.... - Bu sebeple/ Bu sayede / Bu yüzden..... - Sonra şöyle oldu. / Sonra şunlar oldu.... - En sonunda....
HUU
Bir zamanların içinden, zamanın henüz saatlere hapsolmadığı zamanların içinden seslenen bir hikaye bu. Dikkatli dinleyin. Sonsuzluk mecrasından uzanan bir anlatı.
Öykümüz kumların sonsuzluğu dillendirdiği yerde, çölde başlıyor. Bu çöl belki Kaf dağının ardında belki sahranın ortasında. Önemi yok. Önemi olan tek şey, yapayalnız ama herkesle bir olan bu adamın orada ne işi olduğu.
Görüyorsunuz ya kumların ortasında güneşin yanı başında duran adamı, evet küçük kum tepesinin ardındaki adamdan bahsediyorum, sanki çölde başkası varmış gibi, söylediğim gerçekten gereksiz oldu. Bir dakika, yoksa siz de görüyor musunuz onları?... öhm öhm en iyisi ben hikayeme geçeyim.
Her gün aynı iken her anın farklı olduğu bir yerde, bir adam yaşarmış. Yaşamak? İddialı bir söylem oldu bu, varlığı orada vücut bulmuş diyelim. Ama ezelden değil ebeden hiç değil. Bu adam da bilmezmiş neden burada, nasıl burada? Açmış gözünü bir sabah, bakmış ki kumlar etrafını sarmış, güneş üzerini örtmüş. Korkmuş tabii, hemen ayağa kalkmak istemiş, bitirebilecekmiş gibi sonsuzluğu yenmek istemiş. Ama ne çare, o anda ayağına vurulan bir zincirle başbaşa olduğunu anlamış. Daha da korkmuş tabii. Hem ne yapacakmış orada, in yok cin yok. Kum tanelerini sayayım demiş önce; bir yüzlük saymış, sonra bir yüz daha sonra bir yüz... yüz kumlar birikedursun bizimkini bir telaş almış. Ya acıkırsam? Ya susarsam? Susmuş sonra. Etrafına bakmış. Güneş tepesinde ama yakmıyor, yemek yoklukta ama acıkmıyor, hikaye bu ya kaç yüzlük kum saymış susamıyor.
Dur demiş, bu işte bir iş var, sakin ol. Hafif bir esinti çıkmış sonra. Kum taneleri gözüne gelmiş bir bir. Görmesi gereken bir şeyler varmış sanki. Bir daha bakmış etrafa, sonra bir daha. Sağda kum, solda kum. Önünde, arkasında, her yerde kum. Bu kadar aynıyken her şey ne göreyim ben, demiş. Bakmak gelmemiş aklına, aynılığın ardına.
Bir yüz, bir yüz daha derken bu aynı kumların aslında çok farklı olduğunu görmüş. Renkleri farklıymış kumların, kimi taze çekilmiş bir kahve gibiyken kimi henüz olgunlaşmamış erik sarılığındaymış. Kimine baktıkça aklına anasının tespihi gelmiş. Bir avuç almış eline; kahveler bir yana, tespihler bir yana, erikler ortada, ayırmış hepsini. Bir avuç daha bir avuç daha.. yüz avuca gelmiş. Sonra bir üflemiş huu kahveler eriğe bulanmış, tekrar tespihin tanelerine dönüşmüş. Bu yalnız adam, sevmiş ayrılığın ardından buluşturmayı. Bir avuç, bir avuç daha..
Bir gün, ki o gün tam da bin huu’su kumları vuslata erdirdiğinde bir rüzgar çıkmış, ama ne rüzgar. Tüm kumlar havalandı sanmış ilkin, kapatmış gözlerini, yanacağım ya da donacağım sanmış. Ne yanmış ne donmuş bu adam. Durmuş. Gözlerini açmış, etrafına bakmış, bir daha bakmış. Bir başka adam varmış karşısında. Konuşmak istemiş, ağzını açamamış. Ağzını açmak istedikçe görmesi açılmış, gözleri açılmamış görmesi açılmış, bir de duyması. Öyle ki ne kendisi konuşuyormuş ne karşısındaki ama birbirlerini duyuyorlarmış.
“Kimsin, necisin, nasıl geldin?” demiş bizimki.
“Huu’ların kavuştuğu yerden, sırrın anahtarını getirmek için geldim, dahasını sorma” demiş öteki.
“Ne sırrı, neyin sırrı?”
“Sır açığa çıktığında kendisini anlatmalı, ben buna malik değilim.”
“Ver o vakit anahtarı. Anlamak isterim beni buraya getiren sırrı.”
“Kurşun.”
“Kurşun!?”
“Kurşun tabii ya, ne sandın?”
“Böyle anahtar mı olur be adam? Dalga mı geçiyorsun benimle!”
“Sırrın sahibi ben değilim, dalga sahibi hiç değilim. Kurşun.”
vuuhhuufuhfhuhh
Yakmayan, dondurmayan rüzgarla gelen gidivermiş, bizim adam kalakalmış. Kurşun, K U R Ş U N. Ölüm mü demek bu, silah mı tüfenk mi? Düşüne düşüne kumları hicrana sürüklemiş, bir huu ile vuslata kavuşturmuş. Tam bin huu da yine bir rüzgar çıkıvermiş. Bildiği bir rüzgarmış bu.
Bu sebeple korkmamış ama kapatmış gözlerini. Sonra açmış. Etrafına bakmış. Bir daha bakmış. Karşısında bir çocuk görmüş. Üzerinde anasının ördüğüne benzer bir hırka, üstü karalanmış ama. Silmek istemiş, temizlemek istemiş. Kolunu kaldırmaya çalışmış, olmamış. Uğraştıkça görmesinin perdeleri kalkmış ve duymasının. Şimdi konuşmadan konuşuyorlarmış.
“Kimsin sen ufağım, hangi rüzgar attı seni buraya?”
“Ben var ya nerelerden geldim biliyon mu?”
“Nereden bileyim ufağım, bilsem sorar mıyım?”
“ee şey ben sana bir sim yok sim değildi ııı şey ımm..”
“Sır?”
“Heh sır değil de sırrın anahtarı.”
“Söyle bakalım ufağım, neymiş anahtar?”
“Kauçuk” demiş ufaklık kıkırdayarak.
“Kauçuk? Emin misin ufağım, hem niye gülüyorsun?”
“Saçın amca, ihihi saçın horoz ibiğine benziyor.”
“Tövbe estağfurullah bi horoz olmadığım kalmıştı. Peki, o hırkayı nereden buldun bakayım, niye karaladın onu?”
“Sırrın sahibi ben değilim, hırkanın sahibi hiç değilim. Kauçuk.”
vuuhhuufuhfhuhh
Gelen gidivermiş tekrar. Bizim adam tekrar bir başına, yani kumlar ve zinciriyle bir başınaymış. Ama bu sefer ne yapacağını biliyormuş. Ya sabır, demiş başlamış bir avuç bir huu; bir kayısı bir huu, bir kahve bir huu, bir tespih bir... bin huu.
Sonra bir rüzgar olmuş. Gözler kapanmış, gözler açılmış. Etrafa iki kere bakılmış. Vurulmuş sonra. Öyle kurşunla değil ha, görmesiyle vurulmuş. Karşısında bir kız, kız mı bir peri, belki bir melek. Subhanallah bir içim su. Bizimkinin aklına ufaklığın dedikleri gelmiş, horoz ibiği. Önce saçını düzeltmeye çalışmış. O çalıştıkça görmesi düzelmiş, duyması.
“Ey güzel dilber, sırrım sen misin?” demiş vurgun fani.
“Sır olmak ne haddime, ben sır yolunda vuslata bir aracıyım” demiş işveli.
“Vuslatım sana olsun isterdim, anahtarın mı var gülbeşeker” demiş vurgun fani.
“Anahtarım dilerim dermanın olur, sunta.” demiş işveli.
“Sunta!? Naz etme sevgili, ne demek istersin bana?” demiş vurgun fani.
“Sırrın sahibi ben değilim, nazın sahibi hiç değilim. Sunta.”
vuuhhuufuhfhuhh
Giden gitmiş. Adam, kum, zincir ve vurgun ateşi kalakalmış sonsuzluk meydanında. Ha gayret, demiş; bir avuç bir huu, bir avuç.. bin huu. Kapanmış, açılmış gözler; ne rüzgar var ne gelen. Gözler tekrar kapanmış, açılmış. Etrafa bakılmış ama iki kere değil on, yüz kere belki. Ne rüzgar varmış ne gelen.
En sonunda adam anlamış. Anahtarlar bu kadarmış. Kurşun, kauçuk, sunta. Kurşun, kauçuk, sunta. Bağırmış “ K U R Ş U N. K A U Ç U K. S U N T A.” Bir de dilber vardı, diye sessizce geçirmiş içinden. Birden tüm kumlar, sonsuzluğun dili kumlar haykırmış, bir yankı gibi. “G Ü L B E Ş E K E R”.
Adam şaşırmış önce. Sonra demiş, “Bu kadar şey oldu, bir buna mı şaşıracam. Ha gülbeşeker ha dilber, asıl sır ne sır.” Sonraları aklına bir şeyler gelmiş. Kurşun, kauçuk, sunta. Anlamış. Bu her şeyin yazıldığı sonra ters yüz edildiğinde her şeyin silindiği, ucunda silgisi olan bir kalemmiş.
Zincir gevşemiş. Bir rüzgar çıkıvermiş. Bu yalnız adam bir kırtasiyedeymiş, elinde bir kalem, kalemin ucunda bir silgi. Üzerindeki hırkayı karalamış, ters yüz edip silmiş. İzi kalmış kalemin, silginin tozu kalmış. Temizlemek istemiş, huu..