Oğlun Artık Bir Kahraman

Hacer Çiftçi

Bir zamanlar ben de sizin gibiydim. Dünyayı kurtaracağıma inanır, bundan emin tavırlarımla kurum kurulurdum. Dünyayı kurtarmak için bir şey yapmama gerek yoktu, her şey kendiliğinden gelişecek ve kutsal bir güç, bir gün damarlarıma şimşek çakar gibi işleyecekti. Ispanağını yemiş Temel Reis gibi kaslarım birden o kutsal mavi ışıkla dolacak, gözlerimden kırmızı alevler çıkacak, parmaklarım dokunduğu her şeye iyi gelecekti. Kutsal güçlerimin farkındaydım, içimdeydi o ama şimdi zamanı değildi onu kullanmanın. Hayır, hayır hiç zamanı değildi. Ne vakit ortaya çıkacağını ben bilmiyordum ama o mağrur duruşu ile sessizce bekliyordu doğru zamanı.

Her gün yeni bir işaretle varlığını hissettirirdi bana. Mesela geceleri korkuyla uyanır, karşımda gözlerinden alevler çıkan, dişlerinin arasından salyalar akan simsiyah bir köpekle karşılaşırdım. Bu köpekten korunmak için elimdeki kalın çelik zinciri sağlı sollu sallar, sahte bir cesaretle boynumu köpeğe doğru uzatırdım. Köpek bana hırlar hırlar ama dokunamadan, arkasına bakmadan giderdi. Çoğu zaman o gittikten sonra gelen serin ferahlamayla yeniden uykuya dalar, sabah altıma işedim diye annemden bir dünya azar işitirdim. Herkes anasının karnından doğduğunda kahraman olmuyordu, elbet böyle zorluklar çıkıyordu karşılarına. Annem, bazen beni yıkamadan pijamamı değiştirirdi sadece, pijamayı öyle bir giydirişi vardı ki belimden yukarı çektiği gibi ben de havalanır sonra yeniden ayaklarımın üstüne basardım. O pijama Süperman’in kırmızı külotlu taytı gibi havalı gelirdi bana. Annemin delici bakışlarında kendimi bulurdum, işte bir kahramanın annesi bakabilirdi ancak böyle. Büyüyünce ben de öyle bakacaktım…

Bir gün bir şey oldu. Uyandığımda karşımda kırmızı gözlü köpekler yerine bizzat o alev topu gözleri gördüm. Bu gözlerin bir köpeği yoktu. Sadece birer gözdüler. Arkalarında kıvılcımlar bırakarak kaçıştılar ben uyanınca. Hatta birkaçı kaçamadı, oldukları yerde yanıp da kül olan ama dağılamayan kağıtlar gibi kararıp kaldılar. Ben nefes alıp verdikçe bu kağıtlar korkudan tir tir titriyordu. Bir tanesini elime almak için uzandım ama yeniden, bu defa daha zayıf kıvılcımlar çıkararak, rüzgara kapılmış gibi kaçıştılar. Sabah kendimden emin uyanıp gözlerimi açtım, önce etrafı bir kolaçan ettim, mutlaka iz bırakmış olmalılardı. Odaya biraz göz gezdirdikten sonra elimi bacaklarımın arasına attım. Evet, yine ıslaktı. Bu defa annemin hışmına maruz kalmamak için hızlıca kalktım, pijamamı değiştirip çıkardıklarımı annem görmesin diye dolaptaki çamaşırların arasına sakladım. Yatak ıslanmasın diye annem müthiş bir çözüm bulmuştu. Çift kişilik bir çarşafın arasına yatak büyüklüğünde bir naylon koyup çarşafı katlamış ve dikmişti. Bunlardan birkaç tane yapmıştı ve bence bu, tarihin ilk yatak pediydi. Her neyse, o pedi de topladım, dolaba saklayamayacağım kadar büyüktü o yüzden götürüp çamaşır makinesinin üstüne bıraktım. Böylece durumu da ilan etmiş oluyordum. “Ben artık büyüdüm; altımı ıslattığımda kendi pijamamı değiştirebilirim. Hahayt!” kahvaltıdan sonra annemin odamdan gelen çığlığı ile bu hava söndü. Bağırdı/çağırdı/ tepindi/popoma iki şaplak attı ama sonunda sakinleşti. Bence popoma yediğim bu tokatlar yüzünden büyüyemiyordum. Kendimi bildim bileli 8 yaşımdaydım sanki. Dünyanın ilk çocuk kahramanı ben olacaktım. Tüm çocukların korkulu rüyası olan Alt Islatan Cini’ni yok etmekti ilk hedefim. Hedefinize yoğunlaşın ama tüm hayatınızı tek bir hedefle şekillendirmeyin arkadaşlar. Benim tüm benliğim, aklım, fikrim, bu cini yok etme planları üzerine çalışıyordu.

Bu sebeple 17 yaşıma geldiğimde hala Alt Islatan Cini kadardım. Boyum bir elliyi zor görmüştü. Görmemişti de ben düz hesap “birelli” diyordum soranlara. Sesim peki? Alt Islatan Cini konuşsa bu kadar tiz çıkardı sesi. Aklımla ilgili herkes bir şey söylerdi benim. Kimilerine göre aslında onları anlıyordum ama anlamıyormuş gibi yapmak işime geliyordu. Böylece sorumluluk almaktan kaçıyordum. Dünyanın yükünü sırtımda taşıdığımdan habersiz bu zavallı insanlar benim aklımı beğenmiyor, her gelen bir doktorun adı ile geliyor, bir hocanın adı ile gidiyordu. Annemse her söylenen doktora, nefesi kuvvetli denilen her hocaya, adı duyulmamış her türbeye sürüklüyordu beni. Çölde vaha arar gibi her tepenin arkasına koşuyor, sonra okunmuş sularla, adanmış kurbanlarla, cebimizde şeker dağıtan teyzelerden topladığımız bayram şekerleri ile dönüyorduk eve. Çocukların duası kabul olur diyorlardı, annem akıllı gördüğü çocuklara renkli, güzel kalemler hediye ediyordu bana dua etsinler diye. Yetimin duası diyorlardı, yetim giydiriyordu annem ayda bir. Yolcunun duası makbulse yolcuya sadaka veriyor, hastanın duası şifa ise annem elinde bir kutu meyve suyu her duyduğu hastanın kapısına dayanıyordu. Bilmiyordu, benim şifam içimdeydi…

Sonra şöyle oldu. Annem öldü… O kadar koşmayacaktı. Güç mü yeterdi buna Allah aşkına! Allah’ın vermediğini kul mu verecekti, türbe mi, hoca mı doktor mu verecekti? Öldü annem, dayanamadı kalbi, bir gün küt diye durdu. Koltuğunda otururken ölmüş ben anlamadım, girdiğimde bana bakıyordu. Bir süre ben de ona baktım. Eğildim, kafamı sağıma soluma kıvırdım, annem izlesin gözleriyle diye elimi yüzüne yakın gezdirdim biraz, oralı olmadı. Mutfağa gittim dolma yapmış, yedim biraz. Su içip içeri geçtim. Annem bana bakmıyordu, karşısına geçtim, bir süre daha bakıştık ı ıh. Neriman teyzeye gittim, “Galiba annem öldü Neriman teyze.” Dedim. Bir gürültüdür, bir koşturmadır, bir ağlamalar… Selalar verildi, kazanlarda sular kaynatıldı, pideler getirtildi, bir çırpıda annemin kıyafetleri, tarakları, terlikleri toplandı… Eskileri kazanın altına atıp yaktılar, iyi duranları fakire fukaraya dağıttılar, benim başımı okşadılar, annemi gömüp dağıldılar… Onlar gidince ben biraz ağladım.

En sonunda annemin korktuğu gelmişti başına, “Ondan önce benim canımı alma.” diye dua ederdi hep, ne demekti anlamazdım. Şimdi galiba ondan önce almıştı canını. Birkaç gün komşular, akrabalar falan geldiler. Yemek getirdiler, evi temizlediler. Bazen çaktırmadan annemin eşyalarını karıştırdılar. Aklım ermez de kıymetini anlamam diye, kıymetli olanları koyunlarına sokuşturdular. Ellerine aldıkları her eşyayla önce bir süre bakışıyorlar, vah tüh çekiyorlar, ağlıyor gibi gözlerini siliyorlardı. Sonra o eşyayı bir daha göremiyordum ben. Geceleri kırmızı gözlü köpek yine gelmeye başlamıştı. Ama artık o gittikten sonra ben uyumuyordum, yoksa olacakları biliyordum. Sabaha kadar duvarları izliyordum. Yoldan geçen arabaların ışıkları duvarlara vuruyordu. Küçükken odama gelen alev toplarıydı bunlar. Artık korkmuyordum, çünkü korktuğum zaman Alt Islatan Cini geliyordu. Altımı ıslatmadan uyandığım her gün annemin resmine koşuyordum, “Yendim anne bak, Alt Islatan Cini’ni yendim ben, oğlun artık bir kahraman…”