Kelimeler: Çöl- Kalem- Zincir
Ek zorluk (Paragraf başlangıçları) uygulanmıştır.
bağbân ile mâhinur
“kimin elbisesi aşktan yırtılırsa,
o kimse hırs ve ayıptan tamamen temizlenir.”
Bir zamanlar, bağları, bostanlarıyla ünlü, içinde sular kaynayan Beşpınar beldesinin Subaşısı Yusuf Bey’in güzeller güzeli, perî-peyker bir kızı vardı ki doğduğu gece semayı tutan bedir haline nisbetle ismi Mâhinur, cismi latîf, ruhi cemîl bir gonca idi. Yüzünün ziyâsı geceyi fecre, gülüşü cihânı firdevse çevirirdi. Babasının gönül bağının tek gülü, gözünün nuru Mâhinur peçe örtecek yaşa erişip ferâcesinin eteğini uzatınca babası, içi sıkılmasın lakin kem gözlerden de korunsun diye ona saklı incilere mahsûs revnak içinde revnak eyleyip tanzim eylediği bir bahçe hediye etti. O virâne ki şu çölün tam ortasındadır; Mâhinur’un oturup gölgelendiği, uyuyup uyandığı, acıkıp doyduğu, emsâli görülmemiş güzellikte, bir perî sûrete yaraşacak mahiyette bir köşkcük idi.
Mihr ile mâh birbirinin hakkını gözetir, birbirine yol verir, felekleri seyrân eyleyip yüzerler iken, gün geldi devran döndü, akar pınarlar akmaz oldu, yazlar kışlara, baharlar güzlere, Beşpınarlar mezrâsıyla, taşrasıyla koca bir serâba döndü. Babasının iki gözünün çiçeği Mâhinur’un âhı iki alemi tuttu da, bu bereketli topraklar kuruyup uğursuz bir çöle döndü. Kabını kacağını toplayan, yatağını döşeğini sırtlayan ardına bakmadan bu ellerden göçer oldu. Kuş uçmaz kervan geçmez, itin uğursuzun bile bir lahza nazar etmediği mel’un bir diyâr oldu. Dilden dile dolaştı havâdis, duyanlar, dinleyenler hayretler eyledi de, kimse nasıl bu hale geldiğine akıl sır erdiremedi. ‘Kalem’in dili vardır, söyler de kendi sözü değildir. Ne kadar yazsa, ne kadar çizse iradesi değildir. Bir suçu var ise de tartmak bizim kârımız değildir. O halde diyelim gerisini, kalemden duyduklarımızı söyleyelim, ne olmuş ne bitmiş anlayalım.
Her gün gelip bağa bahçeye baksın diye bir bağbân tuttu Yusuf Bey. Anadan öksüz, babadan yetim Necîb isminde, namuslu, edepli, temiz çehreli, civanmert bir delikanlı idi. İkindinin serinliğinde gelir, gün batana kadar ekilecekleri eker, sökülecekleri söker, budanacakları budar, sulanacakları sular, işini adamakıllı yapar, kapıyı kilitleyip çıkardı. Aklına gelmeyen başına geldi. Boş bildiği köşkten bir hûri, bir peri, bir âhu çıktı ki ayrık otlarını temizlemekteydi o sıra, başını kaldırıp o mâhı görünce olan oldu. Gönül kuşu ki cânı bir bakışa kanar, uçtu gitti Mâhinur’un göğüs kafesini kendine yurt belledi. Bir yürek çarpıntısıdır, bir iç yangınıdır ki aldı gitti Necîb’i, başını önüne eğdi, sakındı gözünü. Alelacele peçesini örtüp ürkek bir ceylan gibi giden Mâhinur’u o günden sonra bir daha hiç görmedi. Yemek yemez, söz söylemez, yüzü gülmez oldu. Gider gelir, çalışır durur, hep köşkün kapısını gözlerdi.
Mâhinur da aynıydı ya, sözünü etmez, kimseye demez, özünden bile gizlerdi. Konuk kabul etmez, misafirliklere gitmez olmuştu. İkindileyin çıkar, sundurmaya gizlenir, Necîb’in yolunu gözlerdi. Onu görünce yüzü güler, gönlü genişler, göremeyince sabahı zor ederdi. Gönül kuşu kafesini bellemişti bir kere, döndürmeye kimin gücü yeterdi. O gün bahçede dost meclisleri kurulmuş, eşini akrânını ağırlamıştı, gün geçmezdi bir ahbabı uğramasın. Onları yolculadıktan sonra azıcık dinlenmek için uzanmış, yorgunluktan uyuya kalmıştı. Yoksa bin yıl geçse ne o Necîb’i görürdü, ne de Necîb onu. Yazgı gelip çatmış, bu iki genci sevdâ ocağının külü eylemişti.
Bir gün teşrifat gereği, Sancak Beyinin hanımı Şahâmet Hatunu ağırlamak için bahçe binbir cümbüşle bezendi, sofalara boy boy siniler dizildi, çift kollu sürahilerle yüce dağların karı katılmış soğuk şerbetler ikrâm edildi, Mâhinur tek sefer ağız açmadan oturdu anasının yanında, adını bile bilmediğinin firâkıyla için için âh’ladı. Şahâmet Hatun, Mâhinur’un derdinden bigâne, allı telli gelin alsın, üç gün üç gece düğün etsin, ele avuca sığmaz, evinin yolunu bilmez, bir kerecik yüzü gülmez büyük oğlunu adam etsin diye göz koydu bîçareye. Ne etti, nasıl eyledi, kimleri araya koydu bilinmez, Sancak Beyi bir sabah mahdumuyla çıkageldi. Şahâmet Hatun her ne kadar oğluna söz anlatmaya çalışsa da, o çoktan hesaptan düşmüş, kulağının arkasına atmış, sırf babasının buyruğundan çıkamadığı için ardına düşmüş, kalkıp gitmek felâha ermek için kapıyı gözetlemekteydi. Yusuf Bey konuklarını izzeti ikrâm ile ağırlayıp, sebebi ziyaretlerini öğrenince ciğerpâresi kızının gelinlik çağa eriştiğini idrâk etti. Müstakbel gelininin elinden acı kahve içmek isteyen Sancak Beyine gönülsüz de olsa itaat etti. Mâhinur, ne olduğunu, nice olduğunu anlamadan eline tutuşturulan kahve ile selamlığı şenlendirince, Sancak Beyi mahdumu, ham ervâh Balaban Bey, gagasından yakalanarak gazâlî rânâ Mâhinur’a tutuldu. Ayak direyip gelmek istemediği hâneden çıkmak istemez oldu. O ne hâl, o ne edâ, o ne endam, o ne bakışlardı ki baygın, ihtiyârını elinden aldı.
Mâhinur, ardına dönüp selamlıktan ayak kesince başına geleni anladı. Kendisini odasına kilitleyip üç gün üç gece ağladı. Yusuf Bey bir cânım var diyerek canını bırakmak için Sancak Beyinin kapısına avdet etti, af dileyip hoş söyleyerek bu işin olmayacağını beyân etti. Sancak Bey’i onu izzeti ikrâm ile ağırlayıp, başının üstünde yer göstererek nasip değilmiş, hayırlısı olsun diye cevap verince, kızının canını bağışlamışlar gibi sevinerek göz aydınlığıyla yola revan oldu. Balaban, babası ile Yusuf Bey’in konuşmalarına kapı arkasından kulak misafiri olunca küplere binmiş, gözü dönmüştü. Balaban Bey birini isteyecekti de alamayacaktı, bu nasıl bir hiçe saymaktı. Koskoca Sancak Beyinin mahdûmuna bu zillet yaraşmazdı. Düşündükçe hindiye döndü, kabardıkça kabardı, hırs ve tamâhından eli işlemez, gözü görmez oldu. Bir hal çaresine bakacak, o nazendeyi alacaktı.
Bu sebeple, kara kuyunun başına gitti. Kara kuyuyu bilenler bilir, söyleyenler az söylemiştir. Bir ifridin kuyusudur ki içinde saysan sayılmaz, nev’i bilinmez ecinni tâifesinden genç yaşlı hizmetkarlar cirit atmaktadır. Her kim âdemden gözünü kan bürür, en fenalığı asân ile işlemeye niyet edip karar bulur, ormanın en kuytusuna aman demeden yürür, görünmezler görünür, işitmezler işitilir olduğu vakit gayb olan âyân olur da eliyle koymuş gibi kuyuyu bulur. Balaban, kara kuyuya varınca, başında diz çöktü, ağzını kuyunun kara ağzına verip avâz etti. Kuyunun ağzı genişledi, eğilip büküldü, açılıp saçıldı, bir fırtına ki gayyâ gibi feverân edip şûlesiyle Balaban’ı yakaladı. "Söyle" dedi "ne istersin benî âdem?" Balaban yanmaklığından korka korka, kekeledi dileğini. İfrit "âlâ" dedi. "Bana zindanda can veren bir masumun prangasını getir ki ücretimdir. Seninkine gelince, hokkaya girmiş mürekkebe bulanmış, erbaini hamsini geçirmiş lakin yalan yazmazmış bir kalem bul, ne kerte yalansız olursa tesîri de o radde ziyâde olur."
Balaban ifridin kollarından kurtulur kurtulmaz sancakta aldı soluğu. Ahraz bir meczûb vardı ki çarşıda dolanır, verirsen yer, vermezsen aç kalırdı, yaz kış aynı gömlekle, aynı izbelikte yatardı. Yakasından yapışıp çekti garibi, sürükleye sürükleye zindana sevk etti. Bey oğludur diye ellemediler, döndüler sırtlarını. Bilirdiler hayır değildir hiçbir işi, yine de elleri koyunlarında kaldı. Zindancıyı defedip meczûbun ayağına prangayı taktı. Neylesin meczûb ahrazdı, dili yoktu ki yalvarsın, kulağı yoktu ki söyleneni anlasın. Başına gelenden tir tir titremekteydi. Hançerini kınından azâd edip bir hamlede kesti garibin boğazını, hırıltıları dinene kadar dolandı durdu. Meczûb can verip mevlasına kavuşunca ayağındaki prangayı çözüp sırtlandı. Sıra, yalan yazmamış kalemi bulmaktaydı. Sübyan mektebinin olduğu sokağa daldı. Veledler bahçede bezirgânbaşı söylerken dersliğe girip en kısa, en eski kamışı aldı. Koşa koşa kara kuyuya vardı. Daha ağzını kuyunun ağzına vurmadan çıkıp geldi ifrit, kara kuyunun kara taşına çöktü. "Ver" dedi. Verdi Balaban, "zindanda can veren masumun ayağından aldım" dedi. Söz söylemedi İfrit. Zinciri bir iki sallayıp tarttı, tartıp salladı, sallayıp sırtına vurdu, genişledi sırtı, büyüdü, kabardı, alev alaz renklerle dalgalandı, yapıştı sırtına, etine kaynayıp birlik oldu. "Ver" dedi yeniden. Kalemi çıkardı Balaban. "Tek bir yalan kelâm yazmamıştır" dedi. Söz söylemedi ifrit. Kalemi, ağzına yaklaştırıp üfledi nefesini. Kalem büyüdü büyüdü, boyu, boyundan büyük, cüssesi, cüssesinden, boynuzlu bir yılan oldu, ifridin ateşten elinde kıvıl kıvıl oynamaktaydı. "Al" dedi ifrit, Balaban kadar yılanı, Balaban’a uzattı. Balaban el uzatıp el değince yok oldu yılan, aslına rücû etti. Balaban bir elindeki kaleme bir ifride baktı. "Dileğini yaz, yazdığın olsun" dedi ifrit, kaşla göz arasında kara kuyuyu boyladı.
Sonra şöyle oldu. Balaban’ın, babası bir masumun canını aldığını öğrenmesin diye aldığı tedbirler, verdiği göz dağları yerini buldu. Evde uslu uslu oturup her buyrulana uydu. Hay maşallahları, nazar değmesin inşallahları ayyûka çıkınca, anasını köşeye çekip dileğini duyurdu. Anası da babasını, binbir âh ile, vâh ile, lâfı güzâf ile bezdirip Yusuf Bey’in hânesine avdet olundu. Yusuf Bey sararıp solar, Sancak Beyi kızarıp bozarırken harem dairesinden gelen müjdeli haberle dilşad olundu. İki beyin de döküp durduğu ecel terleri soğudu, buz gibi şerbetler sunuldu. Balaban oturduğu sedire bir güzel yaslanıp kuruldukça kuruldu. İşin aslını astarını ondan başka bilen yoktu. Şahâmet Hanım harem dairesine konuk girince Mâhinur’un ahvâlini soruşturmuş nicedir hafakanlar içinde hasta yattığını, nefes darlığından muzdarîb, morarıp durduğunu öğrenince yüreği hoplayarak, gerisin geri nasıl kaçacağını şaşırmıştı da, geçiyorduk bir uğrayalım dedik diye paçayı kurtarmıştı. Konukluklarının aslını dememişti. Alîl bir kızı ne diye isteyecekti. Mâhinur’un anası gözyaşı döküp dururken dadı kalfa yetişip Mâhinur’un iyileştiğini, hiç hastalık yüzü görmemişe döndüğünü söylemesin mi? Zavallı anacığı Şahâmet Hanım’ın elini eteğini öpüp gelişlerini uğurlu saydı. Günü geceye ısmarlayana kadar konuklarının sırtındaki minderi altındaki döşeği kalın etti. Yatıya da kalmazlar mıydı? Sabah olup horozlar nevbete duruncaya Mâhinur mışıl mışıl uyumuş, yüzüne kan, canına cân gelmişti. Anacığı dokuz ay taşıyıp of demediğinin şifâ bulmasıyla mesrûr yeni gelin gibi seke seke haremliğe girdi. Sabahını hayırladığı Şahâmet Hanımın yüzünü gözünü öpüp, canpârem iyileşsin, dünürlük edelim diye işmâr etmeyi de ihmâl etmedi.
Mâhinur olanlardan habersiz uyanınca Necîb diye iniledi. Bu hastalık belası nefesini kesip bizâr edeli bahçeye inmemiş, bir kerecik olsun yüzünü görmemişti. Kimseye görünmeden hazırlanıp kilerden samanlığa, oradan sokağa uzanıp yola düzüldü. Nicedir, Mâhinur’un yatağa düştüğünü ellerden duyup karalar bağlayan Necîb, yerini yurdunu unutmuş divâneye dönmüştü. Sabah akşam âvâre gibi bahçeyle konak arasında dolanır, bir sedâ işitirim, bir haber alırım ümîdiyle bekler dururdu. Gündüzün güneşini solduran Mâhinur’u karşısında âyân beyân görünce elden ayaktan kesildi. Toprağa yüzün sürüp şükrünü tamâm eyledi. Hele Mâhinur peçesini açıp gülünce işte o zaman iştiyâkından ölecekti. Ne edeceğini, ne diyeceğini bilemez halde tutulmuş, saadet penahına bakıyordu. El’an gülüşü uçtu gitti Mâhinur’un, Balaban'dan uzaklaştıkça azalan canı, çekilir gibi olup çırpınır oldu. Sihrin pençesi uzundu, onu burada da bulmuştu. Izdırabına naçar kucaklayıp bahçeye taşıdı Necîb gönül sarayının sultanını, sedir ağacının altına upuzun uzattı. Gül dudakları morarmaya durmuştu. Mâhinur çırpındıkça Necîb’in gönlünü söküyorlardı sanki yerinden, bir şey gelmiyordu elinden. Kızıyordu beceriksiz ellerine, sövüyordu. Bir hekim çağırmak icâb ettiğini düşündü nihâyetinde, koşup gitmek, aman dilemek istedi, bırakmadı Mâhinur, hekim iyi edemez beni dedi, edemedi, edemeyecek. Yumdu gözlerini.
Yusuf Bey girdi bahçeye, arkasından hekim göründü. Mâhinur’u günlük muayenesi için odasında bulamayınca bahçede aramaya gelmişlerdi. Anacığının ağlayan sesi kulağına erişince açtı gözlerini. Anacığı yeldirmesinin eteğini tutmuş dövünüyor, feryâd u figân ediyordu. Gözünü açıyor, kapatıyor, nefes alamıyor, çırpınıyor, nefes alamıyordu Mahinur. Necîb iki eli başında yere çökmüş çaresizlik içinde çırpınıyor, kimse çırpındığını görmüyordu. Balaban, ana babasından önce bahçeye varıp başına dikilince kendine geldi biçare, tortop olup babasının ardına saklandı, peçesini örtüp yüzünü çevirdi. İyileşmişti.
Anası elini ayağını öpecekti Balaban’ın, şifayı ondan biliyordu. Kulun kölen olayım al kızımı diyecekti ki Şahâmet Hanım’ı görünce ar edip ona koştu. Mâhinur ne olup bittiğinden habersiz ana babasına bakıyor, ham ervâh Balaban’dan babasının geniş sırtına saklanıyordu. Hekim müsâade isteyip herkesi dışarı çıkarınca tekrar hafakanlar bastı Mâhinur’u, anası Balaban’ı koymuyordu gitsin. Balaban geliyor, Mâhinur iyileşiyor, Balaban gidiyor nefessiz kalıyordu. Anasının halinden babasına sığındı. Babası da hayretteydi. İki dünyasının süsü bir uğursuz derde tutulmuştu ki dermanı Balaban olsun, aklı almıyordu. İfridin sihirinden bihaber Balaban'ı yakın tutuyor, yol açıyordu. Gitsin buradan dedi Mahinur babasına, onun necis elleri bana değeceğine varsın öleyim.
En sonunda gördü Necîb, Mâhinur’u çepeçevre kuşatan boynuzlu devâsâ yılanı, ayağından başına kadar gördü, mâhpeykerinin gözlerine bakmaktan görememişti belli ki. Mâhinur’un latîf bedenine sımsıkı dolanan, etrafında kayıp duran, sıktıkça sıkan, canfedâsının canında nefes alacak bir zerrecik yer bırakmayan kara yılana baktı. Kimse görmüyor muydu, ölüyordu Mâhinur. Necîb bildikleri civan, bir haykırış haykırdı ki göğsünün orta yerini yırtarak bir kartal çıktı içinden. Kadınlar feryâd ile kaçışırken, erler erliklerinden âr edip put kesilmişlerdi. Bağı bostanı gezip bahçeye döndü kartal, açtı kanatlarını, birkaç kere çırptı, her çırpışında biraz daha büyüdü. Aşkın çırasıyla tutuşup yanan gönül cilalanmış, her türlü fenalıktan temizlenip arınmıştı, aşkın hârıyla ağıran pîr ü pâk gönül kanatlanmaz mıydı? Bulutlara kadar yükselip inişe geçti. İfridin sihri, âşıkın gözünden saklanamadı. Aşıkların gönül gözü keskin olurdu. Göğü yarıp ıslık çala çala bir ok gibi gelip Mâhinur’un göğsünde durdu, durmasaydı, yârin kokusuyla efsunlanmasaydı. Tam yılanın kafasını koparacakken soktu yılan kartalı boğazından. İkisi de cansız yere serildi. Koştu Mâhinur, Necîb’in cansız başını kucakladı.
Susmadı bir daha ölene kadar. Saçını başını yoldu, bağrını dizini dövdü. Söylediği ağıtlar gebelerin yükünü düşürdü, gençleri kocattı, bebeleri memeden sürdü. Ciğerinin tâ içindeki acı zehri gözünden dökmedikçe feraha ermedi. O ağladıkça yanında yöresinde kim varsa kaçtı, insanlar kaçtı, hayvanlar kaçtı, bulutlar, yağmurlar kaçtı. Yer suyunu tuttu bırakmadı, pınarlar susuz kaldı. Kurudu gün be gün bahçe, gözünden akan zehir bereketli toprakları toz, taşları köz eyledi. Bir zamanlar bağlı bostanlı, güllü bülbüllü, akarlı pınarlı beldeyi, kapkara çöl eyledi.
Hamiş: Balaban, her sihir tutan gibi sonunda delirmiş, kendini yitirmiştir. İfridin mührü bozulmuş, kalem aslını bulmuştur.
dil hakimiyetinizi tebrik ederim. etkileyici.
metin akıcı ve kurgu aksamıyor. betimlemeler yerinde. bu kadar kısa sürede böyle güzel bir metin hayranlık ve kıskançlık uyandırıcı, tebrik ederim.
kurguda çöl'ü en son kullanmışsınız. atölye koşullarını göz önüne alınca çöl'ü başa almak çölün nasıl ortaya çıktığını göze sokmadan sormak ve en son çöl'e bağlamak çok daha iyi olabilirdi.
metin masal gibi başlayıp bitiyor. daha vurucu bir son olabilir miydi diye düşünüyorum. elinize sağlık.
Çok güzel şeyler söylemişsiniz, ne diyeceğimi bilemedim, teşekkür ederim.
Çölü dediğiniz gibi yaptığımı sanıyordum, ilk paragrafta sezdirip, ikinci paragrafta bahsettim ama tekrar bakacağım.
Final, benim de çok içime sinmedi, nasip olursa onun da üstünden geçeceğim.
Bir zamanlar ile başlamak masal gibi bir metin getirdi.
Eleştirileriniz çok kıymetli. Tekrar teşekkür ediyorum.
Çok beğendim :)
Çiçek :)
Esra Abla. Ramazanda yazdığın öykü tadında gidiyor. Hay Maşallah ya vallah :)
çok güzeel
Esra Abla. Ramazanda yazdığın öykü tadında gidiyor. Hay Maşallah ya vallah :)
tek tek aşık olduğum cümleler var... her zamanki gibi mükemmel hatta geçen haftaki güzeldi bu haftaki ekstra güzel... kalemine sağlık...kalemine sağlık olsun ki bize böyle güzel hikayeler yazmaya devam et:) dili öncekinde daha anlaşılır olmuş bence. hani okla ilgili yazdığın var ya onu diyorum. anlaşılmaz diye endişe etme gayet anlaşılır anlaşılırlığını yanında keyifli... okurken osmanlıca metin okuması yapıyor gibi zevk aldım. her ne kadar hikaye dramlı olsa da ...kalb ,çiçek ,böcek ve 1.lik kupası haee bide at:)
Çok çok teşekkür ediyorum, en çok at için. (=
Çok beğendiiim :)
Buradaki geçişinizi beğendim ve başarılı buldum.
Güzel bir tabir olmuş. :)
hadi geçmiş olsun;)
güzel tabir olmuş
hikaye boyunca devam eden fiil kipi burada ufak bir değişikliğe uğramış, "bindi, döndü" buraya daha çok yakışabilir sanki.
Teşekkür ederim, haklısınız, düşüneyim bunu.
teknik olarak katıldığım bu eleştiri, okurken beni rahatsız etmedi.
öykünün diline uygun olsun diye kız değil de pare desen olur mu. ''kız'' ifadesi günlük dile kaçar gibi olmuş.
Pare olmaz da bir alternatif bulmak lazım.
Amin.
yalan yazmamış kalem diyince aklıma yeni yapılmış bir kalem geliyor. bütün büyüsü bozuluyor eşyanın
Hallettim. (:
Öyküme yorum yaptığınız için söylüyorum, sanki burada aynı kalemden bahsediyormuşuz gibi geldi. Bu tesedüf çok hoşuma gitti. :)
Benim de. (:
:)
Çok güzel.
burayı anlamadım
buradaki geçiş çok ani
hekim nereden çıktı. ilk bu cümlede geçiyor.
bu ve önceki paragrafın yeniden yazılması lazım. verilmek istenen mana öykünün geneli için çok kilit.
çok güzel;)
Çok güzel :)
çok güzel bir hikayeydi, elinize sağlık çok beğendim, hüzünlü bitmesi biraz üzdü ama çöle dönen bahçeyi okuduğum için, sonunda böyle bir şey beklemiştim :/ Necîb ya :(
(:
Çok teşekkür ederim.
Ne güzel betimlemeler vardı öyle. Elimde kalem olsa baya cümlenin altını çizerdim sanırım. Kurgunuzu beğendim, kelime kullanımınız da çok başarılıydı.
Öykü bende masalsı bir tat bıraktı, ellerinize sağlık. :)
Çok teşekkür ediyorum, çok mutlu oldum.
ohh..
bence güzel olmuş. böyle öyküler okumayı hiç sevmiyorum ama hakkını vermek lazım :) bulduğum hataları oraya buraya çiziktirdim. balabanın yaptığı sihrin niteliğinin okura aktarılışındaki sıkıntı metnin en büyük hatası
Çok teşekkür ederim, ben de onu sonradan fark ettim. (=
her zamanki gibi çok güzeldi emeğinize yüreğinize sağlık;)
Çok teşekkür ediyorum, çiçek.
🌼♡;)
14 Haz 2020 Paz 23:26 tarihinde Esra Erman (Google Dokümanlar) <
Esra Ablacım. Öykünü çok beğendim. Tebrik ederim. :) Diline bir şeyler oluyor. Daha başka şeyler oluyor. Ben her ikisini de seviyorum. Ama bunu ruhuma çok yakın buldum
Çok teşekkür ederim canım benim.