Bekleyiş

Makbule Öztürk

HAFTA 9

KELİMELER: ÇÖL, KALEM,ZİNCİR

BEKLEYİŞ

Önümde topraktan bitmiş gibi duran kara tepeler…Burada toprakta ot yerine bunlar bitiyor. Issızlığın ortasında, açık kahverengi toprağın üzerine damlatılmış mürekkep lekeleri gibiler. Onlara bakmayı seviyorum, kendime benzetiyorum onları. Çölün ortasında tüm bu yokluğun içinde dik durmaya çalışıyoruz. Benim bahtım ise onlardan daha kara. İnsanlar onları görmeye geliyor ciplere binip binip. Kara Çöl diyorlar buraya. Rehberler anlatırken duyuyorum bazen. Onlar da ben de bekliyoruz. Onlar gelen turistleri bekliyor, ben şehirde hastanede yatan kocamın iyileşip bu barakaya dönmesini.

Tek beklediğim o değil. Beklemek yazgı bu çölde. Başını bekliyorum felçli kayınpederimin, sonra engelli oğlanın. Okula giden abisinin yalınayak dönüşünü bekliyorum. Hayalini kurduğu renkli kalemleri almaya yetecek parayı biriktirmeyi bekliyorum. Çok uzaklardan Allah’ın her günü üç kez su taşımak zorunda oluşumuzdan, arada yükümü paylaşan kızımın su yolundan kaybolmadan dönüşünü bekliyorum bir de. Rüzgarlar devamlı yeni kum tepeleri oluştururken yolunu kaybetmesinden korkuyorum.

Sonra devesiyle gelmesini bekliyorum tüccarın. Gelecek, işlediğim elbiseleri alıp köy pazarında satacak. Bugün gelir, üç hafta olmuş olmalı son gelişinden bu yana. Burada günleri hesaplamak için tığımla zincir çekmeyi akıl ettim kocam hastaneye yattığında. Her güne bir zincir. Bugün baktım tam doksan gün olmuş kocam gideli.

En çok yediğimiz şey pirinç. Lapa gibi pişiriyorum, ellerimizle köfte gibi sıkıp sıkıp atıyoruz ağzımıza. Beslenmesi gereken iki de keçi var. Onlara verebileceğimiz tek şey suda ıslattığımız karton parçaları. Ot bitmiyor bu köyde, bitse de yemeye uygun değil. Bizim gibi onlar da bir deri bir kemik.

Evin geçimini sağlamak kocam gideli bana düştü. El işi yapmak dışında evlere temizliğe gidiyorum. Temizliğe gitmek değil de bazı günler kızım da suya gittiğinde bakacak kimse olmadığından sakat oğlanı zincire vurmak perişan ediyor beni. Yerinde durmuyor, bacağı felçli dedesi ise onu zaptedemiyor. Temizlikten döndüğümde ayağındaki zinciri koparırcasına zorladığını gördüğümde içim yanıyor. Bakıyorum ki bileği kıpkırmızı olmuş. Ah diyorum, ah… Sonra alıyorum onu kucağıma ninni söylüyorum ve düşünüyorum, biraz daha büyüyünce onu nasıl zaptedeceğim?

‘’Anne, babam ne zaman dönecek?’’

‘’Yakında oğlum.’’

‘’ Kalemlerimi de getirecek, di mi?’’

Susup gülümsüyorum sadece. Rüyasında bile renkli kalemler gördüğünü biliyorum büyük oğlumun. Ona bu yalanı söylediğim için pişman oluyorum. Babasının yakında iyileşip gelirken ona istediği şeyleri getireceğini söylediğimden beri her gün sorar oldu ne zaman geleceğini. Babasının gelişini mi yoksa kalemleri mi beklediğini tam kestiremiyorum.

Oğlanı okula gönderdim, kızı suya. Evi süpürüp lapayı pişirdim ve oturdum kapıya. Hissediyorum bugün gelecek. Ne kadar oturdum orada öylece bilmiyorum, dalıp gitmişim kara tepelere. Bugün gelmeli. Oğlana söylediğim yalanın en azından bir kısmının gerçek olması için ihtiyacım olan dikiş makinesinin parasını denkleştirmem lazım. Daha fazla dayanamıyorum oğlanın gözlerine bakmaya, o masum gözlerdeki babasını ve kalemleri bekleyen umut ışığına. Tüccara son diktiğim elbiseyi de satması için vereceğim ve bir dikiş makinem olacak. Makine umut, makine kara yazgımıza göz kırpması talihin. Elime üç beş kuruş daha geçecek ve oğlana kalemler, kıza doğru düzgün giysiler alacağım. Midemiz bayram edecek. Makine bizim kaderimiz. İşte, ufukta devesiyle tüccar göründü. Biliyordum. Ayakta bekledim yaklaşmasını, sonra içeri koşup su getirdim çöl sıcağıyla kavrulmuş adama. Selamün aleyküm, aleyküm selamdan sonra getirdiğim suyu kana kana içti, kalanını da kafasından aşağı boşalttı. Keşke verdiğim su soğuk olsaydı diye diledim onun bu kavrulmuş halini görünce. Allah razı olsun. Senden de. İşlediğim elbiseleri ve aylardır yiyeceğimizden kısıp biriktirdiğim parayı uzattım.

‘’Şu parayı da al, elbisenin parasına ekle. Makine almaya yeter mi ki?’’

‘’Yeter, yeter.’’

Bu ‘yeter yeter’, eksik kalırsa ben tamamlayacağım demek olsa gerekti. Minnetle gülümsedim.

‘’Ne zaman gelirsin Allah’ın izniyle?’’

Ellerini açtı iki yana, omuzlarını kaldırdı. ‘Bilinmez, çöl bu’ diyemedi de ondan böyle yaptı ellerini zahir. Bundan sonrası zincirlere zincir eklemek ve beklemek...Allahaısmarladık. Güle güle. Tez zamanda...

* * *

Makinem geleli otuz zincir olmuş baktım da. Ne çok elbise diktim, işlemeleri de tamam. Şu minik elbiseyi de kıza ayırdım. Nasıl sevindi, nasıl zıp zıp zıpladı yerinde. Şimdi sevinme sırası abisinde. Tüccar gelir bugün yarın.

Ufak oğlumu zincire vurmak zorunda değilim artık. Temizliğe gitmiyorum çok şükür. Dikiş makinem oğlumun kurtuluşu oldu. Attım zinciri. Bir daha vurmam.

Kalktım, kara tepelere baktım. Bi ses duydum dışardan. Oğlum okuldan geliyor sandım. Yine soracak sandım ne zaman diye. Nicedir sormuyor, babasının döneceğinden umudu kesti herhalde. Bazı geceler ‘Baba, kalemler…’ diye sayıkladığını duyuyorum. Az kaldı diyorum içimden, az kaldı kalemlere. Onlar seni avutur belki baban gelene kadar.

Gelen tüccardı. Sevinerek kaptım elindeki paketi. Şimdi beklemelerin en güzeliyle bekleyebilirdim oğlumu. Beklemek hiç böyle güzel olmamıştı nicedir.

İşte koptu geliyor tepelerden iki gözümün nuru. Yaklaştıkça heyecanım artıyor. Kalemlerin olduğu paketi sallayarak ona doğru adım atıyorum.

‘’Oğlum, bak ne var burda?’ diye elimdeki kalemleri uzatıyorum. Şaşkınlıkla paketi alıyor ve açıyor acemice, yırtmamaya çalışarak. Kalemlerin sarılı olduğu paket bile değerli buralarda. Renkli kalemleri gördüğü an gözünde yanan ışıkla kalbim aydınlanıyor sanki. Bir şey var ama, bir duraksama, bir tutukluk. Neden sevinmiyor, beğenmedi mi yoksa, istediğinden değil miydi? Sonra şu cümlesiyle kalakalıyorum oğlumun,

‘’Anne, babam?’’