Bir zamanlar yazarın masasında zincirli bir kalemdim. Sanki ben onu bırakır da kaçarmışım gibi zincirlemişti beni masasına. “Kalemler bırakmaz, kalemler terketmez. Bana güvenmiyor musun?” dediğimde “Sana güveniyorum da insanlara güvenmiyorum. Ya alıp giderlerse seni, ben sensiz ne yaparım?” demişti.
Bana olan sevgisine güvenip sustum. Razı oldum zincirlere. Ya da alıştım. Belki de alışmadım... Her neyse, iyi bir dostluğumuz vardı, ha zincirli ha zincirsiz zaten burada duracaktım. Onun yanında.
Hergün yazılar yazdık birlikte. Saçma sapan şeyler yazıyordu. Ben saçma yazılar yazmak istemiyordum. Özgürce yazmak istiyordum “Sen benim başımı belaya mı sokmak istiyorsun?” diyordu yazar bey. Sahiplerinin hoşuna gitmeyecek şeyler yazarsa başı belaya girermiş. Anlaşılan benim bedenimdeki zincir aslında onun kalbinde, ruhunda, beynindeydi. Şükrettim halime. Yazar uyurken zincirlerin ses çıkarmamasına dikkat ederek zıplayıp, masanın altına “Ruhun zincirli olmasındansa bedenin zincirli olması yeğdir” yazdım.
Günler böyle gelip geçiyordu. Yazarın istediklerini zincirlerin tutsaklığıyla masanın üstünde, kendi istediklerimi ruhumun özgürlüğüyle masanın altında yazıyordum. Kendi yazdıklarımı okumak mutlu ediyordu beni. Ahh yazar dostum bi görse, bi okusa bunları… O da bilse özgürlüğün hazzını. Yüreğinin sesiyle yazmanın verdiği mutluluğu bi tatsa. Kim bilir belki de bir gün anlatabilirdim ona özgürlüğü. İşte o zaman ruhundaki zincirleri kırar atardı.
Bir gün perişan bir halde geldi yazar. Bi ağlıyor, bi gülüyor, bi oturuyor bi kalkıyordu. Uzaklara dalıyor, iç geçiriyordu. “Ahh…” diyordu, “Ooofff..” diyordu. Meraktan çatlayacaktım. Ne oluyordu bu adama? “E hadi artık al kalemini eline de yazmaya başla. Yaz ki sen de rahatla ben de rahatlayayım.” dedim. Oturdu masanın başına, önceki tüm yazılarını parçalayıp attı. Şok oldum. Ama sevindim de. Zaten çok saçma şeylerdi. Ve başladı yazmaya. “Leyla” yazıyordu, dönüp dolaşıp “Leyla.” “Aşk Leyla”,“Kara kaş, kara göz Leyla”, “Hasret Leyla”, “Vuslat Leyla”... Bu ne beee. Bu adam hiç özgür kalamayacak mı. Şimdi de Leyla'ya tutsak olmuş belli ki. Yine kendi özgürlüğüme şükrettim. Akıllıyım ben, kendimi ona buna tutsak etmem.
Yazarın elinde bir fotoğraf, bakıp bakıp yazıyor, dalıp dalıp ağlıyordu.Artık günlerimiz sadece “Leyla” yazmakla geçiyordu. “Ay yüzlü Leyla”, “Ahu gözlü Leyla”, “Eşsiz Leyla”, “Güzellik mefhumunun tek sahibi Leyla”, “Leyla, Leyla, Leylaaaa…”
Bu yüzden zamanla bende de Leyla'ya karşı bir merak, bir ilgi başladı. Andıkça Leyla'yı, sevdim. Sonunda ben de bulaştım bu tutsaklığa. Bir haller olmuştu bana. Tanıyamıyordum kendimi. Yine yazar uyurken masanın altına zıpladım, kendimce ve özgürce şeyler yazmak istiyordum. Yazdım, yazdım, yazdım ve okumaya başladım “Leyla, Leyla…” Başka bir şey yazamıyordum. Yüreğimden, dilimden sadece Leyla akıyordu. Görmek istiyordum Leyla'yı. Hasretinden ölecek gibiydim. Artık yazmak yetmiyordu. Görmek, sesini duymak, gözlerine bakmak istiyordum. Kavuşmak istiyordum.
Kırdım zincirleri yollara düştüm. Leyla yazan tabelaların gösterdiği yönü takip ettim. Gece demeden, gündüz demeden günlerce yürüdüm. Her yere "Leyla" yaza yaza yürüdüm. Ve nihayet karşıma “Leyla ya hoş geldiniz” yazan bir tabela çıktı. Her yer sapsarıydı. Uçsuz bucaksız bir sarılık vardı. Çöl dedikleri yerdi burası. Aylarca çölde yürüdüm, koştum, yüzdüm, süründüm… Yoktu Leyla. Sadece uçsuz bucaksız çöl vardı. Yoruldum. Takatim kalmadı. Leyla nerede? Leyla nasıl? Leyla yok...
Yürüdüm, süründüm. Aradım, bulamadım. Aşka, sevdaya, toza toprağa bulandım. Az gittim uz gittim dere tepe Leyla gittim. Derken bir de baktım bir Leyla boyu yol gitmişim. Sonra uzakta bir çadır gördüm. Ümitlendim. “Kim bilir belki de Leyla'dır. Belki o da beni bekliyordur” diye heyecanlandım. Koştum. Çadırın yanına geldiğimde kalbim yerinden çıkacaktı sanki. Sanki biraz sonra gözlerinin içine bakıp can verecektim. “Leyla!” diye daldım çadırın içine. Kahkahalarla gülen bir adam karşıladı beni. Alay eder gibi, bana bakıp bakıp gülüyordu. Bir yerlerden çıkaracaktım bu adamı, ama nereden? Tabi yaa! Bu, bizim yazarın altını bana çizdire çizdire okuduğu kitapta anlatılan Mecnun'du. “Sen Mecnun değil misin?” dedim. “Hani şu, aşkından deliren, aşkını aklına tercih eden, çöllere düşen Mecnun. Hani şu, aşk denince akla gelen Mecnun. Hani Leyla…” yine kahkahalarla gülmeye başladı. “Neden bahsediyorsun sen? Ne aşkı, ne çölü, ne Leylası?” dedi. “Boşuna inkar etme, bak çöllerdesin işte.” dedim. “Ama üzülme, seni anlıyorum. Çünkü ben de Leyla aşkından çöllere düştüm” dedim. Dalga geçti benimle. “Kalemler aşık olmaz, sadece yazar” dedi. “Hatta insanlar da aşık olmaz. Aşk yok artık. Artık sadece kendini seviyor herkes. Leyla da, Mecnun da. Ayakta kalmak istiyorsan kendinden başka kimseyi düşünmeyeceksin bu yüzyılda. Gururunu ayaklar altına almayacaksın.” dedi. “Peki neden çöllerdesin?” diye sordum. “Kamp yapmak için geldik arakadaşlarla.” dedi ve devam etti “Bir düşün bakalım, sen bu kadar seviyorsun, peki Leyla'dan ses seda var mı? Biliyor mu sevginin kıymetini?” dedi. Bu nasıl Mecnun'du? Neler söylüyordu böyle? Kafam karıştı. Bir şey demeden ayrıldım oradan.
Düşündüm. Haklıydı galiba. Aşkından çöllere de düştüm ama Leyla yoktu ortada. Kızdım. Ne bir selam ne bir sabah. Kahrettim aşka da, Leyla'ya da, çöle de… Düşündüm. Vaz geçmeliydim bu sevdadan. Pılımı pırtımı toplayıp döndüm. Zincirlerime döndüm. Yine yazarımın kalemi olmaya döndüm. Akıllandım artık. Ama bizim yazar yine bildiğiniz gibi. Yine tutsak, yine sevdalı. Bu sefer kararlıyım. Adını bile anmayacağım Leyla'nın. Yazar “Leyla” yazmaya çalıştıkça ben çeviriyor, “La la la laa laaa…” yazıyordum. Yok artık Leyla meyla. Şu yazarı da bi ikna edebilsem rahata erecektim. Uyuduğu bir esnada çölde gördüklerimi bir bir yazdım masanın üzerinde duran kağıda. Tam ben yazmayı bitirdim, yazar uyandı. Masanın başına oturdu. Dik dik baktı bana “Bana bak kalem bozuntusu! Bu sefer Leyla yazacağız. Artık bana asi olmayı bırak” dedi. “Yav he hee. Sen önce şu anlattıklarımı oku” dedim. Okudu. Okudukça gözleri açıldı. “Demek böyle söyledi Mecnun.” dedi. “Doğru aslında. Bunca zamandır aşkını çekiyorum, bunca zamandır onu yazıyorum ama Leyla yok. Ne ses var ne seda. Mecnun bile vazgeçtiyse benim neyime bu sevda.” dedi.
En sonundaaa zafeeer. Artık ikna etmiştim onu da. “Gel bakalım kalem efendi” dedi. Zincirlerimi çıkardı ve birlikte kağıtlara “La la la laa laa” yazdık. Keyfimize diyecek yoktu artık. Özgürce yazılar yazacaktık. Çok eğlenecektik. Hatta Mecnun'a özenip çölde kamp yapmayı bile düşündük.Tam herşey yolunda gidiyordu ki Leyla çıkıp geldi birgün aniden. “Kalemiyle birlikte bana aşık olan yazar sen misin?” diye sordu. Korktum. Söylemesin diye gözlerine baktım yazarın. Oturduğu yerden ayaklarını uzattı “Ne münasebet” dedi “Bir yanlış anlaşılma olmalı. Biz sizi tanımıyoruz” dedi. İnanmadı Leyla. İnanmak istemedi. Tabi, arkadaşları arasında hava atamayacaktı artık, o yüzden ağır geldi. Sinirlendi. Hışımla masanın üstündeki kağıtları karıştırmaya başladı. Bir şey bulamadı, daha çok sinirlendi. Kağıtları masanın üzerine fırlattı. Kağıtların arasından fotoğrafı yere düştü. Leyla'nın gözleri parladı “Buna ne diyeceksin?” dedi yazara bakarak. Yüzü kızardı dostumun. Belli ki gururumuzu ayaklar altına alıp itiraf edecekti. “Hayır!” dedim, “Hayır! Yalan. Yok öyle bir şey.” Fırlayıp Leyla nın fotoğrafını karalamaya başladım. Öyle bir öfkeyle karaladım ki paramparça oldu fotoğraf. Leyla inanmıyordu hala. Leylalık makamından inmek istemiyordu. Gözlerine baktı yazarın. Bir ışık aradı baktığı gözlerde. Sevilmek istedi yeniden. Yazar “O eskidendi” deyip gerindi. “Geçti artık. Çok istiyorsan sen düş çöllere” dedi. Leyla “Bana ne! Bana ne!” diyor, tüm huysuzluğuna, kıymet bilmeyişine rağmen hala seviliyor olmak istiyordu. Bu şımarıklığı beni iyiden iyiye sinirlendirdi. Zıplayıp, üstüne tüm mürekkebimi kustum. Öyle bir çığlık attı ki karşı binanın çatısındaki kargalar kaçtı. “Ben daha bu elbisenin taksidini bitiremedim. Mahvoldu elbisem mahvoldu” diye çığlık çığlığa gitti Leyla. Biz de güldük arkasından kahkahalarla. O artık Leyla değil sadece vaveyla...