Bir zamanlar… Çok çok eskiden yani. Hayal bile edemeyeceğiniz kadar eskiden. Milattan öncenin, öncesinde. Dünya'nın tepsi, Güneş'in tanrı ve insanların farklı bir cins yamyam olduğu zamanlarda. Hah, işte o zamanlarda… Nuh'un gemisinin kayıp, Çin ejderhasının uykuda, Olimpos zirvesinin tahtlarla dolu olduğu zamanlarda. Aka'ların 13 tanrısının Dünya'ya gelip Güneş'in emirlerini yerine getirmeye başladığı zamanlarda. O ya da bu zamanda işte. Ne fark eder, efsanelere tarih biçilmez. Hele uydurulmuş efsaneler, bugün bile meydana çıkabilir ve inandırıcılığından hiçbir şey kaybetmez. Pekii efsanelere kim inanır? Ben veya siz mi? Onlar mı? Onlar da kim? Hayalperest mahluklar, cadılar veya büyücüler mi? Yazacak şeyi olmayan yeni yetme yazarlar mı? Yoksa gişe yapacak bir film arayan yönetmenler mi? Evet. Hepsinin efsanelere inanması olağan. Ama hâlâ aklı başında olup bu söylentilere inanmak zorunda kalan bir grup daha var; arkeologlar ve arkeoloji öğrencileri.
Tam iki yıldır onu arıyorum. Tez çalışması olarak başlayan bu macera, bir süre sonra beni kahramanı olmaya itti. Bu sürede sayfalarca metin çevirdim, deli saçması kitaplar okudum. Onlarca kalıntı gezdim. Ama yok, elimde avucumda birkaç söylentiden başka hiçbir şey yok. Yine de yılmadım, hâlâ izini sürüyorum, varlığı da bütün söylentiler gibi şaibeli olan o nesneyi arıyorum. Yorulmadım. Olimpos'tan kovulan 13. tanrının yadigârını; sedef kakmalı, inci başlıklı, gök mavisi mürekkepli, tüyden hafif, ipekten yumuşak, eline alanı yazdıran, yazanı şair yapan, şairini unutturmayan, 13. tanrının yadigârını… Bakılan hiçbir aynaya benzemeyen, insanların tüm yüzlerini gösterme özelligi olan, tüm yalanların gerçeğini bilen; o yadigarı… Tanrıça Carmen'nin kalemini, arıyorum.
Her güne bu kalemin varlığını sorgulayarak başlıyorum. Öğleye doğru kafamın içindeki doğruları çürütüyorum, akşam olduğunda ise bilime olan inancım tamamen tükenmiş oluyor. En nihayetinde gece yarısında; kendimi efsaneye sil baştan inanmış ve kaldığı yerden araştırmaya devam ediyor hâlde buluyorum. Aralanmış sözlüklerin, altı çizili kitapların başında varlığı bilinmez olanı arıyorum. Oysa ben en son Arkeoloji okuyordum; nasıl oldu, ne oldu da bir kalem ile aklımı bozdum anlamıyorum. Kalemin sahip olduğu gücü ele geçirmek gibi bir niyetim yok aslında, şair olmak, unutulmamak umrumda bile değil. Zaten bu söylentilerin de fazla abartıldığını düşünüyorum. Ortada bir kalem varsa bile büyülü, sihirli ya da ne derseniz artık tanrı yadigarı olduğunu sanmıyorum. Sadece şunu biliyorum; ortada bir kalem var. Ve ben buna her geçen gün daha çok inanıyorum.
İnanmakta da haklıyım. Çünkü tarihin çok farklı sahnelerinde görünüşü tıpkı bu kaleme benzeyen kalemlerin tarifi yapılmış. Üstelik birbirinden farklı coğrafyalarda yaşayan, farklı dilleri konuşan insanların kayıtlarında var bu kalem. Hatta bazı bölgelerde mitleşmiş ve neredeyse eski Aka söylentileriyle paralel efsaneler haline gelmiş. Bir kalem, ardında bu kadar söylenti bırakıyorsa elbette var olmuş demektir. Ve yine bir kalem; tarih boyu Yunanlılarda, Araplarda, Ruslarda, Almanlarda ve uzunca bir süre Türklerde görülüyorsa hiç eskimiyor demektir. Eskimeyen bir kalem bulmak, bütün dünyaya mal edilecek bir eser bulmak; inanın bir tanrı yadigârını bulmaktan çok daha kıymetli benim için. Ve biliyorum ki o eseri istiyorsam, mitlerin arkasından yürüyüp gerçek ayak izlerini ayırt edebilmem gerek. Bu konuda yine en güvenilir kaynağım eski bir Yunan yazıtı. 4 yıl önce bulunan, Olimpos'tan kovulan ilk tanrı hakkında; Apollon'dan da önce nefret edilen ve adı, şanı tamamen Dünya'dan silinen o tanrıdan bahseden bir yazıttan söz ediyorum. Elimdeki en güvenilir kaynak o. İşte bana Carmen adını veren de o yazıt. Tanrıça Carmen'i bulduğum yazıt. Elimdeki kaynağa göre; değişimin, gerçeklerin ve sözcüklerin tanrısı Carmen. Ona bakan iyi düşüncelere sahipse bir peri kızı gibi güzel görünür karşısındakine; şayet karşısındaki art niyetliyse benzi bir anda solar, saçları beyazlar, gözleri kararır. Niyetlerin tanrısı o; ona bakan kendini görür, kendinden memnun değilse bir daha karşısına çıkmaz Carmen'in. Şimdiye kadar nasıl da adını duymadık onun? Neyse ki ben bu sorunun cevabını yazıtta buldum.
Bir gün… Tanrıların Dünya'ya geldiği o ilk yılın içinde, bir gün. Olimpos dağının zirvesinde, bulutların arasında, tanrılara yaraşır ihtişamda bir düğün yapılmaktaydı. Çapkın Zeus ve Hera'nın düğünü. 12 tanrı vur patlasın, çal oynasın kıvamında eğleniyor ve Yüce Zeus'un coşkusunu paylaşıyorlardı. Durmadan birbirlerine güçleriyle gösteriş yapıyor, naralar atıyor, zaten tanrı oldukları için sarhoşlukları kısa sürüyor ve içtikçe içiyorlardı. 12 tanrı, hepsi oradaydı; gülüyor, oynuyor, şarkı söylüyorlardı. Fakat biri eksikti. Bu eksikliği ilk fark eden Zeus oldu. Onun bütün Olimpos'u gören gözleri, içten içe hoşlandığı ama Hera'dan çekindiği için yaklaşamadığı tanrıça Carmen'i aramaya başladı. Ve dağın eteğinde, bir taşın üstünde, gecenin göğüne bakarken buldu onu. Yüce sesiyle seslendi; Carmen hemen buraya gel. Carmen… İsteyince sözü baldan tatlı, yüzü aydan güzel Carmen, yanıma gel, diye seslendi Zeus.
Carmen bu çağrıyı duyar duymaz bulutların arasına uçtu ve Zeus'un karşısına çıktı. Yüce Zeus neden çağırdın beni, dedi. Bunu söylerken diz çökmemişti. Zeus, karşısındaki güzel tanrıça için görmezden geldi bu durumu. Ve "Neden düğünümde değilsin? Gel ve sen de katıl bize, eğlen, güzel sözler söyle Carmen." dedi. Ardından Hera "Ayrıca henüz bize düğün hediyemizi takdim etmedi." diye ekledi. Carmen mahcup bir şekilde "Üzgünüm, hediye hazırlamadım size. Ama dilerseniz az önce yıldızlara bakarken yazdığım mısraları hediye edebilirim." dedi. Zeus bu teklife çok sevindi ve derhal mısralarını söylemesini istedi Carmen'den. Onun tatlı sesinden ve hoş sözlerinden daha güzel bir armağan düşünemiyordu. Tüm tanrıların bakışları Carmen'in üzerinde toplandı ve şu mısralar saçıldı bulutların arasına;
Yüce Zeus!
Güneş parlak ve güçlü.
Sen de parlak ve güçlüsün.
Tıpkı Güneş gibi.
Ama gördüm.
Güneşten de uzakta
Daha parlak Güneş'ler var.
Senden de parlakları olduğu gibi.
Gördüm.
Güneşin tanrı olmadığını gördüm.
Bunu bana yıldızlar söyledi.
Senin tanrı olmadığını gördüm.
Bunu bana kibrin söyledi.
Baktım.
Ay lekeli, tıpkı 13 tanrı gibi, biz gibi.
Ne olduğumu değil
Ne olmadığımı gördüm.
Kendimin tanrı olmadığını bildim.
Bunu bana sudaki yansımam söyledi…
"YETEEER! YETEER!" Diye haykırdı Zeus. Önündeki yaşlı ve çirkin kadına bakarak; "Kara gözlerini ve yalan sözlerini çek üzerimden. Sen tanrıların yüz karasısın, bir daha Olimpos'a adım atamayacaksın, seni Güneş'in zulmüne, çölün başlangıcına süreceğim. Ayakların, ellerin zincirlenecek. Çölden uzağa adım atamayacak, bir daha kalem tutamayacaksın. Kimse hatırlamayacak seni, adın Dünya'dan silinecek. Sen, benim ve tüm tanrıların lanetiyle kumlarda boğulacaksın."
Bu yüzden tanrıça Carmen'nin adının Yunan mitolojisinde geçmediği düşülüyor. Bu yazıtta anlatılanlar yüzünden. Şayet bunlar doğruysa, yani Carmen'in çölün başlangıcına gönderildigi doğruysa yeryüzündeki ilk çölde aramam gerek onu. Tabii Dünya üzerindeki ilk çöle dair bilgi varsa…
Yazıtın devamında; Carmen'in çöle zincirlenmeden önce gizlice tüm güçlerini kalemine aktardığı ve onu bir adaya fırlattığı söyleniyor. En sonunda ise; ölümsüzlüğünün de kalemine geçtiği ve çöle ayak bastığında bir insan kadar fani olduğu yazıyor. Bunları kimin yazdığı meçhul. Ama zaten önemli olan kimin yazdığı değil, bu durumun ne kadar inandırıcı olduğu. Bana sorarsanız tabii ki hepsi saçmalık derim, yani derdim. Şu an öyle söyleyemiyorum. Çünkü Afrika'da Sahra Çölü yakınlarında yaşayan bir kabileden, bu yazıyı destekleyen efsaneler duydum. Hikayelerin adları çöldeki kadın, çöl şairi, çölün kızı gibi değişse de; konuları hep aynı noktada buluşuyordu. Hepsinde çölün ortasında yiyecek-içecek hiçbir şeyi olmamasına rağmen yaşayabilen bir kadın vardı. Ve bu kadın gelip geçen bütün kervanları durdurup; çöle, yıldızlara, geceye methiyeler düzüyor sonra da bunları yazın, kaleminiz varsa yazın diyordu. Tam da elleri ayakları zincirli birinin yapacağı türden şeyler değil mi? Bütün söylentiler, Carmen'in varlığına işaret değil mi?
Sonra ne olmuş pekii? Ne olmuş olabilir? Bunu epey araştırdım. Ama bulduğum en belirgin son; yıllar geçmiş ve Carmen, Zeus'un da dediği gibi bir fırtınada kumların arasında boğulmuş. Onu en son görenler, kaçmaya çalıştığını ama ayaklarındaki bir şeyin izin vermediğini söylemişler. Zaten bir daha da kimse görmemiş onu. Çölün bağrında hâlâ yaşadığına inananlar da var ama onlar, Carmen'in ölümsüzlüğünün kalemine geçtiğini duymamış olanlar. Neyse ki ben biliyorum. Ben, bu kalem ve Çöl Şairi arasında bir bağ olduğunu biliyorum. Sadece ortada doğaüstü bir gücün olmadığını ve kalemin ölümsüz olarak anılmasının tek sebebinin yapılma şeklindeki bir sırra dayandığını düşünüyorum. Ah bir bulsam onu, sırrına erişeceğim de işte. Kim bilir nerede?
Kalemin izine ilk defa Ege adalarına yaptığım bir gezide rastladım. Sakız Ada'sında kör bir gencin böyle bir kalemi olduğuna dair söylentiler duydum. Hatta bazıları bu gencin Homeros olduğunu bile düşünüyordu. Aslında ilk bakışta bu fikir mantıklı gelse de kalemin nasıl olup da sonrasında Orta Asya'ya gittiğini anlayamadım. Ve ardından duyduğum; Petersburg'da bir kumarbazın bu kalemi masada kazandığı haberine de inanmadım. İstanbul'da bir-iki sahafın tıpkı böyle bir kalemden bahsetmesi de tatmin edici gelmedi. Çünkü eksik olan bir şey vardı. Efsanede fazlasıyla büyük bir boşluk vardı. Bu kalemin, bunca memleketi nasıl seyahat ettiğini bilmiyordum. Bir kalem, arkasında hiçbir iz bırakmadan nasıl oluyor da tarihin başka bir sayfasında beliriyordu? Nasıl el değiştirdiğini bulabilsem kalemi de bulacağımı biliyordum ama işte kalemler ayak izi bırakmıyordu. Ve bu kalem sanki unutulmak için özel bir çaba harcıyordu.
En sonunda da ne kadar yazı yazarsa yazsın; yazarı devleşirken o, unutulmayı başarıyordu. Kendini unutturuyor, varlığını şüpheye düşürüyor ve ardında söylentiden başka bir şey bırakmıyordu. Sanki Zeus'un laneti, Carmen'i değil de kalemini bulmuştu. Çünkü kalemin gizeminin aksine Carmen'in adı hâlâ dünyada biliniyordu. Bu yazıt bulunmadan yıllar önce insanlar Carmen'nin adını dilden dile çevirmeye başlamışlardı. Almanlar 'poem' dedi ona; İtalyanlar 'poesia', Fransızlar 'poéme', Araplar 'gasida' ve Türkler ise şimdilerde 'şiir' diyor. Bazıları 'çöl şairi' olarak biliyor onu, bazıları 'tanrıça', bazıları ise sadece 'mitoloji'... Ne denilirse denilsin, sonuç olarak olanca farklı şekilde de olsa hâlâ yaşıyor Carmen'in adı. Hâlâ çöl topraklarında onun sözleri söyleniyor. Kızgın güneş hâlâ onun anısını kavuruyor. Sarı kumlar hâlâ üstüne basana şiirler yazdırıyor. Zeus şimdilerde çok pişmandır herhalde. Elini, ayaklarını değil de; gözünü, gönlünü zincirleseydim Carmen'in, diyordur. Çöle değil de karanlık kuyalara atsaydım, anlatacak hiçbir güzellik bulamasaydı, diyordur. Elbette Zeus tüm bunları söylüyordur ama kime ne. Kendisine inanan kimse kalmadı Dünya'da ve bilirsiniz böyleleri onlara inananların tükenmesiyle tanrılıklarını kaybederler. Yani Olimpos'taki eski bir tanrının düşünceleri şu an beni hiç etkilemiyor.
Kalemi de aramaktan vazgeçtim. Tam da bugün şu an vazgeçtim. Peşini bıraktım artık. İki yıl süren çalışmamın özeti bu işte hocam. Başarısızlık kokan birkaç sayfa ve birkaç sayfaya sığan aptal bir efsane; tezim bundan ibaret işte. Ben, daha fazla böyle devam edemeyeceğim; akademisyenlikten vazgeçtim. Bu mektubu alınca lütfen sinirlenmeyin, elbette size iyi bir tez sunmak isterdim. Ama maalesef bu şekilde olmaz, hâlâ kalemin nasıl el değiştirdiğini bulamamışken teslim edemem tezimi. Olmaz, bile bile eksik bıraktığım bir şeyin bilinciyle yaşayamam ben. Eğer o kalemin nasıl Dünya'yı turladığını bulabilseydim, yoluma devam edebilirdim, kendisini elime almama bile gerek kalmazdı. Ama yok, hâlâ kalemin nasıl ortaya çıktığına dair bir iz yok. Sanki bir anda kendiliğinden beliriyor da yazarı bile fark etmiyor onu. Sanki bakkalda satılan onlarca kalemden biri de satanın bile gözüne çarpmıyor. Belki de sahibini bulana kadar son derece sıradan bir görünüme sahiptir. Belki de sahibi ölünce o da ortadan kayboluyordur ve kılık değiştirip bir başkası onu bulana kadar bekliyordur. Kim bilir? Her şey olabilir, böyle bir kalemden her şey beklenir. Hatta şu an elimdeki mavi dolma kalemin bile o olması beklenebilir.