İki Siyah, Bir Gece

Hilal Tınmaz

Siyah giyen adam gece kadar karanlık kıyafetiyle, gecenin iyice demlenmiş olduğu saatlere varmaya susamış bir halde, karşı konulamaz bir hararet ve hayret içinde ilerliyordu yağmurun sırılsıklam yaptığı kaldırımlarda. Bu puslu sokağın büsbütün yabancısıydı. Rengarenk ışıklı tabelalarda, kendinden uzak, kendi kadar karmaşık, kendi kadar aşinası olmadığı bir şeyler aradığı belli oluyordu. Elindeki üçer ay aralıkla postalanmış yedi isimsiz mektuptan sonuncusuna ait son sözcükleri fısıldıyordu durmadan. Kulağına nereden çalındığını bilmediği o son cümlenin artığı bu tamlama, yüzünün kıvrımlarına biraz tiksinti ve biraz da suç bulaştırıyordu.

Gözleri de tanıdık bir isim okumak istercesine kesilmişti is ve pusun ardından parlayıp sönen renklere. Gece yarısını bulan vakitle birlikte tenhası derin bir kasvete dönmüştü sokağın. Büsbütün bir uğultu olarak işitilen akordu bozulmuş sazlar, umarsız kahkahalar ve kirli cümleler mihengini kırar mı, aklını çeler mi düşünmüyordu. Yoksa gelmese daha mı iyi ederdi, damarlarında kan yerine hüznün en ham hali gezerken geri dönmek, vazgeçmek ister miydi sahiden? Yapamazdı. Artık vakit dolmuştu. Ölüm ona her zamankinden ve herkese olduğundan daha yakındı. Yıllar öncesinde verdiği sözü tutamamıştı ve henüz tutamamışken bırakmak zorunda kaldığı bir el, koskoca bir kaybediş ve iki kayboluş etmişti.

Anason kokularının genzini yaktığı sokak bir salgın gibi parmakları arasından süzülen kiri ve kendine duyduğu kini katmerliyor, yumruğunu daha da sıkıp ateş saçan gözlerle düşüncelerini susturmaya, sakinliğini muhafaza etmeye, heyecanını yenmeye çalışıyordu.

Karşısına çıkan son dönemeci de ardında bıraktığında gözlerini iyice kısarak kırmızı ve yeşilin en rahatsız edici tonlarıyla yanıp söndüğü tabeladan aradığı ismi okudu.

"Sûzidil"

Yüzüne hafif bir tebessüm yayıldı. Gönül, ateş, gönül yanışı…

Günlerdir aradığı ama puslu bir gecede bulduğu yer, burası olmalıydı. Yıllardır aradığı bir çift göz, öyle ki buradaydı. Ciğerlerinden midesine yayılan heyecan zehrinin bacaklarına ağır bir yük olduğu böylesi bir an yaşamamıştı. Birden, mektuplar, dedi. O güne kadar bir anlam veremediği ama arka yüzlerine gubârî bir hatla birer ikişer iliştirilen mısraları, sırasıyla okumaya başladı. Bunu şimdiye dek neden düşünmemişti?

“Gece ay çıkmasa da olur

Bir ses ver yeter karanlığıma

Közden hırkalarım, kış sabahım

Adımı bağır ne olur

Güneş doğmasa da olur

Elçidir satırlarım

Okumazsan, zeval gelir ulağa

Okursan duyarsın, belki de boş gelir kulağına

Kara gözlerin değsin de mısralarıma

Kimedir, bilmesen de olur”

Siyah giyen adam, iliklerine kadar kuruduğunu hissetti. Tepesine dikilen güneş beynini fokurdatıyor, sımsıkı kapattığı gözlerini araladığında göreceği manzaradan korkuyordu. Haksız sayılmazdı. Uçsuz bucaksız bir çölün ortasında tek başınaydı. Fırtınanın savurduğu simsiyah kum taneleri gözlerine, burnuna, kulaklarına doluyor ve canını çok yakıyordu. Bu durumdan kurtulmaya çalıştıkça da daha fazla batıyordu.

Kalemini adeta okunmamak üzere gûbâri yontmuş kadının saman kağıtlara yazdığı sitem dolu mektuplar sahipsiz kalmış hatta sesiyle duyuramadığı aşkı, adamın saplanıp kaldığı çöl kumlarından farksızdı. Ama siyah giyen adam bir an evvel bu ruh halinden sıyrılıp aradığını bulmalıydı.

Titreyen elleriyle buz kesmiş çelik kapı kolunu önce kendine doğru çekerek ileri itti. İçini ürpertecek bir kasvete attı ilk adımını. Kalp atışları tüm kulakları rahatsız edecek gürültüdeyken, içerideki hoş nağmelerin girdabına kapılarak ve midesindeki bulantıya engel olamayarak ilerliyordu. Karşısına çıkan ve durmaksızın yüzüne çarpıp geçiyor saydığı tokatları binbir zorlukla aştı. Ayakta kendini müziğin ritmine bırakıp dans eden, yarın yokmuşçasına eğlenen insanların git gelleri arasında nefesi kesiliyordu. O karmaşada saçları dağılmış, elinde sımsıkı tutmaktan, heyecan ve terden sırılsıklam olan mektupların kum inceliğindeki yazıları okunamaz hale gelmiş, deri ceketinin de kendini iyiden iyiye boğduğunu hissederek, bir ölüp binlerce kez yeniden dirilerek, kalbine sükûn dilenerek biraz daha yaklaştı bulmayı umduğuna, gözlerinin önünden geçen, üstelik insanı çileden çıkaran bir yavaşlıkla bunu yapan insanlara aldırmadan.

Bir anda beyninin dehlizlerine biriken öfke ve hüzün "neredesin kurban olduğum?" sorusuna bırakırken titreyen sesini, buğulu bakışlarıyla ve elinde tuttuklarıyla, yıllardır içinde biriktirdiğini dökmeye odaklandığı insanla göz göze gelmiş, saniyeler ise dakikalara varmaktan aciz kalacak bir hale bürünmüş, yerinde sayıyordu. Sonra insanlar görüş açısına takılan devinimden birer birer sıyrıldı, kulağına çalınan terennümler silindi, yalnızca deli gibi çarpan kalbine "Biraz daha dayan, ne olur!" diye yalvarırcasına sağ elini soluna koydu. Artık nabzı bu ana daha fazla direnmiyor ve saniye ile birlikte dingin bir fazda akıyordu. Bu akışa başı iki elinin arasında, gözlerini varlığını bulundurduğu mekandan ayırırcasına sımsıkı kapayan bir kadın, yüzme bilmeksizin daldı.

Siyah giyen kadın, işte tam oradaydı.

Siyah giyen adamın boğazında düğüm, bileklerinde zincir, sadece izliyor, çölün ortasında bir serabı izler gibi izliyordu.

Kadın izlenildiğinin farkında olmadan ve neye, ne şekilde susadığı belli değilken gözlerini vitrindeki bardakların en zarifine kilitledi ve sararmış parmak uçları camın dışında emanet gibi duran o anlamsız silüetin üzerinde titrer bir halde kokusunun bile dimağını mest etmeye yettiği içeceği hiddetle kavradı. Daha önce kaidelerini, inandığı doğruları hatta büsbütün şuurunu bıraktığı o masada kendine açtığı sonuncu savaştı. Çünkü her şeyin bittiğini düşündüğü nokta artık kendinin başlangıcıydı. Bunu ne yazık ki yalnızca siyahların sustuğu bu gece bilmiyor, bilemiyordu. Yüzünü buruşturarak almak üzere olduğu yuduma hamle yaptığı anda bir sesle irkildi.

"Yapma kurban olduğum!"

Tüm benliğini saran bu yalvarışın sahibi kimdi? Etrafına baktı, renkler ve sesler birbirine girmişti, özlem ve kahır, susuş ve duyuş, zan ve an...

Tam karşısında, siyah giyen adam.