Serap

Mevlüde Şahin

Bir zamanlar ıssız çöllerin kavurucu sıcakları, kıtlık susuzluk ve hastalıklara rağmen, kum tepelerine kurulmuş barakalarda zincinlermiş köleler yaşardı. Bu köleler bakıma muhtaç, kimsesiz ama parası olan çöl halkı için özel olarak getirilirdi. Nereden geldikleri, kim oldukları, önceki hayatları pek bilinmeyen bu köleler, kuş uçmaz kervan geçmez denilen yerlerde, sadece barakanın içinde yürüyebilecekleri boyutta zincirlere bağlı olarak geçiriyorlardı hayatlarını. Atabildikleri son adım barakanın en fazla iki adım dışıydı.

Hergün, tıpkı tüm zincirli kölerin yaptığı gibi erkenden kalkardı Abbas. Erkenden kalkar, barakayı süpürür, sahibinin kirli elbiselerini suyu son derece, dikkatli kullanarak yıkar, su bittiği günlerde su satıcısının yolunu gözlerdi. Şu çölde altın kadar değerliydi. Su için yollar aşılır, evler kurulur, gerekirse kanlar akıtılırdı. İşleri bitirip sahibinin uyanmasını beklerken baraka kapısını açar, zincirlerin yetiştiği son noktadan ayaklarını kızgın kumlara değdirirdi. Sabah bu saatler ve akşam sahibi uyuduktan sonrası, günün katlanabilir olan tek anlarıydı. Ayağını kumlar arasında gezdirirken gözlerini kapatır, zincirlerin kırılıp sarı kumlar arasında özgürce koştuğunu hayâl ederdi. Bir de zincirleri açacak anahtarı bulduğunu.

Birgün anahtarı bulabilirim ümidiyle barakanın altını üstüne getirmişti hatta. Sonrasında yerinden kalkmaya bile mecali olmayan sahibi tarafından iyi bir hırpalanmıştı. Aslında ona gücü yetmeyeceğinden değildi bu. Kölelik tam olarak böyle bir şeydi. İhtiyardan kurulmakta sorun yoktu ama bu zincirlerden nasıl kurtulacağını bilen tek kişi sahibiydi.

Bu sebeple katlandı sahibine. Bu barakaya ilk geldiği günü hatırladı. O gün hayatının en mutlu günüydü. Dört arkadaş yıllardır bu Fas gezisinin hayâlini kurmuşlardı ve sonunda gerçekleşmişti. Şafşavan sokaklarını kahkahalalar eşliğinde dolaşmışlardı. Kimi zaman dar sokaklarda birbirlerini kaybedip geri bulmuşlardı. Hatta arkadaşlarından ayrılıp ilk kaybolduğu sokak sarraflar sokağıydı. Orada vurulmuştu altın işlemeli kaleme. Parasının yarısını hiç düşünmeden feda etmişti. Kalem için feda ettiği tek şey değildi bu.

Sonrasında şöyle oldu. Arkadaşlarıyla çöl gezisi yapmaya karar verdiler. Herşey mükemmeldi. Develer, sarı bir denizi anımsatan çöl kumları, ilginç çöl bitkileri kavurucu sıcaklara rağmen uzun elbiselerinden vazgeçmeyen çöl adamları… Kendisini çölün büyüsüne kaptırdığından olsa gerek aldığı değerli kalemini düşürmüştü. Bunu ise şehre dönmek için arabaya bindikleri an da fark etmişti. Arkadaşlarını yormamak adına tek başına aramaya gitmişti kalemi. Çölün ortasında sır olmuştu kalem. Sonrası siyah bereli çöl eşkıyaları, köle satıcıları ve zincirlerinden kurtulamadığı kölelik.

En sonunda gündelik işleri bitirip baraka kapısına oturdu Abbas. Güneşin doğusu ruhuna şifaydı sanki. Birden uzaktan yaklaşan bir grup fark etti. Her,zaman gördüğü seraplardan biri olduğunu düşündü bunun. Serap sadece susuz kalınca görünen su birikintisi değildi. Kölelik sürecinde anladı bunu. Ayaklarıyla kumu karıştırmaya devam etti. Başını tekrar kaldırıp baktığında gelenlerin daha da yakınlaştığını gördü. Ağlarak kendine doğru koşan bu yüzleri en son altın kalemi aramaya gitmeden hemen önce görmüştü. Gözleri iyiden iyiye doluyor, hatta taşıyordu. Çünkü bu bir serap değildi.