Güneşin haşin sıcağına kalmamak için sabahın erken vaktinde bizi yola düşürmüştü amcam. Her zamanki gibi yeni bir mera bulmak amacıyla çıkmıştık yola. Altımdaki deve her adımında ahenkli bir şekilde kuma batıp çıkıyordu.O an bu anın tadını çıkartıyordum. İki erimekte olan altın arasında kalmıştık. Güneş yavaştan beyazdan gömleğimi aşıp tenimi ateşe vermeye başlamışken, kumun da devemin ayaklarını ateşe verdiğine emindim. Heyecanla çıktığım yolculuktan artık sıkılmıştım. Geceleri her ne kadar yıldızları seyrederek ılık bir meltem eşliğinde ilerlemek zevkli gelse de sıcak beni bunaltıyor zaten bazı geceler dondurucu oluyordu.Bu aşırılık beni rahatsız ediyordu.
Bir bedeviyseniz aslında bu sizin kaderinizdir. Sürekli develerimizin sırtında dağ aşar bayır ineriz. Hayvanlarımıza mera bulur, yağmurun yağmasını bekler, onları otlatır sütlerinden peynir yaparız. Yağmur duasına çıkar Allah’ın bizi rızıklandırması için dua ederiz. Adeta her işimizde çöl ile mücadele ederiz. Ben ise genelde bu işleri bayıla bayıla yaparım. Çünkü bana develeri otlatmak bile, bir kafile reisinin torunu olmaktan daha kolay gelir.
“ Su, çölde altından daha kıymetlidir. Çöl başlı başına altın olsa bile çölün altınlığı suya hasret kalıncaya kadardır. Vaha aramak zordur. Ayrıca her vahanın bir sahibi vardır. Sınırları ihlal ederseniz, herhangi bir gece bir atlı saldırısına maruz kalabilir kabileniz. Her daim uyanık olmalı ve sınırlarınızı korumalısınız. Çölün kuralları serttir. Çöl size yaşama fırsatı vermez. Siz bu hayatı ondan daha fazlasını yaparak alırsınız. Siz yürümek istersiniz o sizi içine çeker, siz çadır yaparsınız o kum fırtınası çıkarır, siz su bulursunuz o ise sizi seraplarla aldatır. Siz ondan hep bir adım önde olmalısınız.” Bunlar dedemin öğütleri. Ben ise terk edelim öyleyse çölü diyenlerdenim. Bunu onlara hiç söylemedim. Ama fırsatını bulsam bir hadari olup masa başında kalem sallamaktan alacağım keyfi bana hiç bir şey sağlayamaz.
Dedem zamanında kendi kafilesinde yaşarken evlenmiş, pek çok çocuğu ve torunları olmuş. Bir zaman sonra kaldığı kabile, sayı çoğalınca bizi kabileden atmış ve dedem Sahra Çölünün tam ortasında kendine ayrı bir kabile kurmuş. Neden bir hadari olmayı tercih etmediğini hep sorguladım. “Atalarımız böyle yaşadılar biz de böyle yaşayacağız” dedi. Ve böyle yaşıyoruz. Yaşamaya mecbur bırakılıyoruz. Merak ettiğim, bizden pek hoşlanmadıklarını bildiğim hadariler bizden farklı nasıl yaşıyorlardı. Sarı denizin içinde batıp çıkarken aklıma pek çok şey geliyordu. Sanırım çölde en sevdiğim şey de buydu.
Güzel bir vaha bulup hayvanları getirmek için eve döndüğümüzde bir kalabalık vardı kabilenin orta yerinde. Aylar sonra bir kafile gelmişti. İnsanlar sevdiklerine sarılıyor yeni kumaşlar satışa çıkartılıyordu. Rengi biz kadar kararmamış insanlar, yarı bedevi yaşamaklı insanlar, atlı, yüzü perçemli süvariler, kucaktaki bebeler, çöle kaçmış kadınlar ve daha nicesi.. Akşama dek sürecek bir cümbüş vardı. Çadırın önüne çökmüş, gelen gideni seyrederken kafilede bir deveden inen ben yaşlarında birini gördüm. Başında bizimkilerden farklı bir örtü, üzerinde koyu renk bir kısa gömlek ve bol şalvarı vardı. Sırtına bağladığı hörgücümsü şeyde eşyalarını sarmaladığı belli oluyordu. Sağ eline zincirlediği ufak kutu dikkatimi çekti. Süvarilerden biriyle konuşup dedemin çadırına doğru yollandılar. Kafamdaki ageli başımdan fırlatıp dedemin çadırına koştum. Kenardan kenardan çadırın içine giriyor bir yandan hem dedemi hem de çocuğu gözlüyordum. Dedem geldiğimi fark etmiş başıyla işaret etmişti. Bir yandan süvariyle konuşmaya devam ediyordu. Çocuğun yüzüne bakıyor, bana bakmasını bekliyordum. Bakmadı. Dedeme baya yaklaşınca gidip dizinin dibine oturup bağdaş kurdum. O koca cüssesi yanında, çöldeki kum tanesi gibi hissettim kendimi. O sıra dedemin bir anda “Muhammet” demesiyle ürktüm.
- “Yahya, buraya dilini geliştirmek için gelmiş. Arapçayı fasih bir şekilde öğrenip belagatta mahir oluncaya dek burada kalacak.” dedi. Dedemin alaycı gülümsemesini hissetmiştim.
Yahya ile ilk orada göz göze geldik. Benden bir-iki yaş büyük olduğunu tahmin ettiğim Yahya dil için epey geç kalmıştı. Suratından kaygılı olduğunu tahmin ediyordum. Süvari küçük bir keseyi dedeme uzattıktan sonra Yahya ile beraber çadırdan çıktı.
İlk defa bir hadari yanımızda kalacaktı. Çadırı ayarlandı. En iyi şairler tembihlendi. İyi bir meblağ ödemiş olacaktı ki bu kadar hazırlık yapılmıştı. İlk fırsatta onunla konuşmam gerektiğini hissettim. Rahat hayatını bırakıp buralara sadece şiir ezberlemeye mi gelmişti yani ? Ne kadar da cahilce bir yaklaşımdı. İstese bu paraya kendi şehrinde ne çok şey öğrenebilirdi.
Akşam meydanda yapılan eğlenceden sonra Yahya’nın peşine düştüm. Çadırların arasından çıkışa doğru yürümüş çöle doğru ilerlemişti. Ayaklarını sürte sürte, her sürtüşünde biraz daha gömülerek çölün üzerinde yürüyor bir şeyler mırıldanıyordu. Kulağımı kabarttım.
“Yağız at(lar), gece ve çöller tanır beni /
Kılıç, mızrak, kâğıt ve kalem (tanır beni)
Arkadaş oldum çöllerde vahşi hayvanlarla bir başıma/
Öyle ki, simsiyah kayalar, tepeler şaşkındı
Firakının hasretinden yanıp tutuşacağımız ey sevgililer! /
Varlığımız, yokluğunuz yanında hiçbir şeydir…”
Dilden nasibini almadığını düşündüğüm Yahya, ne de iyi şiir okuyordu. Fırsat bu fırsat deyip devam ettim.
“ Keremine en layık kendimi bildim /
Eğer ki, zatına olan muhabbetimin katında varsa anlamı!
Şayet, bahtiyarsa zatınız kavlinden hasetkârın /
Rızanız yanında, kıymeti yok çektiğim elemin.”
Bir anda şaşkınlıkla arkasına döndü. Bir müddet bakıştıktan sonra, gülümsedi. Ben de gülerek, “Mahirsin bu işte, niçin geldin öyleyse ?” dedim. Fısıltıyla “Oturalım mı?” dedi. Olduğumuz yere çöktük.
Çöl bugün kızgın bir boğa gibi değildi. Ya da rüzgar aşkına karşılık vermiş olacak ki, hafifçe esiyor ufacık bir kum tanesi bile yer değiştirmiyordu. Hafifçe etrafına bakındı Yahya. Tedirgin bir biçimde koluna zincirlediği ince uzun kutuyu gösterdi. İçinde ince bir hançer olduğunu tahmin ediyordum. Dayanamayıp sordum.
- “ Ne kadar kıymetli bir hançer ki koluna zincirlemişsin.” Güldü.
- “Bu bir hançer en az bir hançerin can acıttığı kadar can yakan bir hançer.”
Merak etmiştim. Devam etti. “Aslında bu bir kader değiştirici.” O an bir kahkaha patlatıp alaycı bir sesle “lehv-i mahfuz ile kalemi gökten mi düştü.” dedim. Bunu kaçıncı defa duyduğunu hatırlamayan bir umursuzlukla kutuyu açtı, eline aldığı şeyi göstererek; “Bu bir kader değiştiren kalem, kalemin sırlarını öğrenmek için çıktım yola. Pek çok yer ve mekan gezdim. Pek çok şiir de ezberledim. Ama hiçbirinde kalem aynı şiiri herkese yazmadı. Belki de doğru şiir yoktur, doğru insan ise buradadır.” dedi.
Baştan ayağa gözümle süzmeye başladım. Önce akli dengesinin yerinde olmadığını düşündüm. Yirmili yaşlarında bir genç deli gibi çöl, cihan gezecek. Aradığı belki de sadece bir mısra. Ne tuhaf insanlar vardı şu dünyada. Ona sunulmuş çöl zilletinden uzak yaşamı geride bırakmış, edebiyatın bağrı diye çöle koşmuştu. Derin bir nefes alıp “neyi değiştireceksin kaderinde” dedim. Yine güldü.
- “Bir şey değiştirmeyeceğim. Belki de birinin ihtiyacı vardır diye fellik fellik cihanı geziyorum” dedi.
O kadar vakit gezip de ihtiyacı olan birini bulamamıştı mı yani ? Hem insan başkasının kaderini düzeltmek için kendi kaderinden vazgeçer mi? Böyle yaşamaktan kesinlikle rahatsızlık duyduğundan emin olan bir ses tonuyla ;
- “Öyleyse neden kendi kaderini değiştirmiyorsun” dedim.
- “ Benim kaderim bana şöyle seslenir :
“ Ne kadar uğraşsanız da bulamazsınız noksanımızı /
Hem sonra sevmez Allah, sığmaz cömertliğe.
Kusurlar ve noksanlıklar benden uzaktır /
Tıpkı kutup yıldızının ihtiyarlıkla olan uzaklığı gibi”
Şiire devam ettiğini anlayarak; “ Keşke yıldırım gibi bulutlarımın yerine / Başkaları gibi yağmur yüklü bulutlarım olaydı.” demedin mi yani hiç?
Yüzüne yaşadıklarından hatıra kalarak yapışmış bir yüz ifadesiyle yeniden gülerek: “Demedim.Belki de bu da benim kaderimdir.” dedi.