Üç Hamak Bir Saat

Sefa Fırat

Maskem sallanmayan hamağımdı, saat üçtü.

hastanın son mektubu*/ bölüm 1

Bugün saat üçte bir şey oldu. Üç kere öksürmenin doktora gitmek için yeterli bir sebep olduğunu öğrendim. Bir şey buydu. Ama bu bir şey değildi. Yine saat üçte üç kere öksürmemin nedenini öğrenmeden önce doktora gitmeyi öğrendim. Hem o dedi ki: “Çünkü her gün saat üçte insan bir garip olur. İçine tahta bir at oturur.” Hapşırık gibidir içindeki at, huylandırır, rahat bırakmaz seni. İçine tahta bir at oturan insan doktora gider. Doktora içinde tahta bir at oturduğunu söyler. Doktor endişelenir ki, haklıdır da. Truva unutulmuş bir mevzu değildir sonuçta. Temkinli yaklaşır doktor. Hastanın bir işaret vermesini bekler, ağzından kaçırmasını. Sözü hastaya bırakır. Bana. Ben devam etmişim hatta ama ettim. Biliyorum yani, duydum: "Bacaklarını kırar da oturur. Tahtayı kırmadan oturur. Tahtayı kırmaması gerektiğini bilir de oturur. Dizlerini kırar da oturur. Çıt demeden oturur ama bacakları demez, yoksa ağzı der: çıt…"

Derler ki insanın içine saat üçte tahta bir at oturur. İnsan saat üçte üç kere öksürür. İnsan biri doktora git derse doktora gider. Hayır, birinin git demesi yetmez. Yertinç demelidir. Çünkü insan saat üçte uyanamaz. Yatamaz da saat üçte. Uyanırsa saat üçte, yatması gerekir bir daha. Ama yatılmaz saat üçte. İnsan yatamaz… İnsan ağlar da anlatamaz her şeyin neden saat üçte düğümlendiğini. Çünkü tahta at insanın dilini tutar, gözünü kırpar, kulağını tıkar. Hatta derler ki: “Üç kere öksürenin dili tutulur, gözü kırpılır, kulağı tıkanır saat üçte.”

Nerede olduğumu anlamam uzun sürmedi ama hâlâ 40 yaşında ve dünyada olduğumu anlayamamıştım. Buna rağmen nerede olduğumu anlamam uzun sürmedi. Hastanedeydim, 40 yaşındaydım ama nerede olduğumu bilmiyordum. Dünyada olmayabilirim, dedim. Ama nefes alıyorum, dedi. Yertinç demedi, O dedi.

Rahat nefes alabileyim diye ya da dünyada olduğumu hissedeyim diye alamadığım nefesleri cihazdan alıyordum. Uyanmıştım, sağımda Yertinç vardı. Solumda masa üzerinde mektuplar ve çiçekler vardı. Hatta biri de manolyaydı. Manolya ağaç değil miydi? Ben ben miydim ondan önce? Çünkü ben ben değilsem Manolya ağaç olmayabilirdi. Eğer ben bensem Manolya ağaçtı. Ben İhsan’dım. Ben ben değildim yine de. Ama İhsan bendi. Manolya ağaçtı... Mektupları görünce aklıma yazlığım geldi. Oraya da -yani yazlığıma da- birtakım mektuplar götürmüştüm, neden götürdüğüm, mektuplarda neler yazdığı hakkında hiçbir fikrim yoktu. Sahi onlarda ne yazıyordu? O boş ver onu dedi. Boş verdim yani elimi uzattım ona. Elim boştu. Boş verdim. O da… Ama yazlığıma götürdüğüm mektuplarla bunlar bir değildi. Burdakilerin birinin üstünde “Geçmiş olsun İhsan, sana da bu yakışır. 111169998887” yazıyordu. Ne yapacağımı bildim. Hiçbir şey yapmayacaktım. Hatırlamayacaktım çünkü ne yaparsam yapayım. İnsan unutur dedi o. Hatırlamaz demedi. İşi kökünden… Saat iki elliydi. İçeriye iki adam girdi, ellililerindeydiler. Cinsiyetleri yürüyüşlerinden belli oluyordu.Tulum giymişlerdi. Yertinç onları görünce elimi bırakıp onlara boş verdi. Yertinç’in eli boştu. Onlar elini uzattı gayr-i ihtiyari. Yertinç de. Ama ben yatıyordum. Adamlar benim yattığımı görüyordu. Virüs bizi izliyordu. Belki de son hasta olduğumdan ya da hastalığın sonu olacağımdan bunun yüzünden benim yanımdayken zaten öle… Yertinç çıktı odadan. Tulumdan mimikler belli olmuyordu. Mimikleri giden tulumların kafaları vardı. Kafaları şöyle sallayınca kaş kaldırmış ama hani kızar gibi. Şöyle sallayınca da… O da çıktı odadan. Üç kişi kaldık. Herhangi bir yanlışlarında dört kişi olurduk. Virüs bekliyordu. İçimde, içinde. Onun da içinde. Şu duedonumun aşağısında bir yerde. Onun içinde. Bu iki adamdan biri yaklaştı bana, virüs de. Kolumdan göğüme uzanan - tavan mavi olmasaydı ve tulum beyaz olmasaydı, bunlar bana onu çağrıştımasalardı, üç kuruşa köfte olmasaydı böyle demezdim- ve oradan da cihaza bağlanan sayılara baktım. 70-71-72-73-74-75-dımdım-dımdım...

Ritmik artış beni heyecanlandırdı. Ama kolumdan göğüme çekilen bu kablonun ya da bu ipin ya da bu borunun ya da bu tahtanın ya da bu atın ya da yadanın kalbimden haber getirdiğini bilemezdim, düşünmezdim. Öyle de oldu. Ben düşünmedim. Adamlardan biri bana baktı ve acıdı. Adam düşünmediğime acıdı diye düşündüm. Düşünmeyene acınırdı. Düşünüyormuş gibi yaptım. Düşündüm de. Daha da acıdı. Kolundaki saate baktım. O da baktı, vermedi bana. Saat üç, dedim. Kanatlanıp bana geldi saat. Saat uçtu, dedim. Aldım oynadım saatle. Eciş, bücüş. Tıkış, mıkış. Hemen sıkıldım ve diğerinin -virüsün değil- yüzüne fırlattım. Onun kolu yoktu, saati de. Onun için fırlattım. Al sana saat, demedim hem. Alsana saat, dedim. Almadı, hiçbir şey yapmadı da. Diğer adama baktı. Kaş göz işaretleri yaptılar. Öyle yapmaları gerekti. Çünkü saat üçtü. Öyle yapılırdı...

Uyandığımda, virüsün 111169998887. hastası olduğumu öğrendim, ama saat üç değildi. Virüsün son hastasısın dediler, inanmadım. Çünkü ben virüsün 111169998887. hastasıydım. Son değildim. Gece sondu, ben değildim, gece aydınlığa döndü, ben dönmedim.

Sefa Fırat

Not: Bu bir kitap değil. Belki bir kitaptır ücra köşede, yazarının elinde, birinin zihninde, esnafın içinde, Oğuz abinin sözünde gezinen bir kitap. Ama bu yazıda İhsan’a gelen mektuplara İhsan’ın cevabı, bir mektup içine sıkıştırdığı tecrübeleri, hastanın son mektubu. Son hasta olmasını son hasta olduğunun bilimsel açıklamasından önce tahmin ettiğinden son hastasın deyince kabullenmiyor. İhsan kabullenmez önceden bildiğini, belki insan da.