NEFES
Huzursuz eden bir şeyler var. Sola dönüyorum, karnıma çektiğim bacaklarımı uzatıyorum. Yok. Bir şey var nutkuma takılan. Sırtımı düzlüyorum daha çok kabarıyor göğsüm. Ciğerlerimin içinden karınca ordusu geçiyor sanki, üç kelebek tırtıl dansı yapıyor boğazımda. Öksürmeyi akıl ediyorum nihayet ya da tüm bu gıcıklıkların doğal refleksiydi sadece. Bilmiyorum. Hayır hayır öksürme demek haksızlık olur. Bir boruya tıkılmış tahtaların, kendilerine ses bulma çabası sanki. Doğruluyorum, daha iyiyim galiba derken, derinden inatçı bir öksürük daha. Ne kadar sürüyor bilmiyorum. Gecenin bir yarısı, derin uykuya sahip beni dahi uyandırdığına göre epey başarılı bir grip. Oturduğum yerde elimde su bardağı ile uyuyakalmışım.
-Yasak oğlum! Bundan sonra sigara içmek yasak. Fıstık yemek yasak. Parfüm şişesini başından aşağı boşaltmak mı? Ergen değilsin ya artık, al her sabah duşunu, koy yan cebine bir lavanta. Haaa! Yok efendim kız mıyım ben ne lavantası, dersen eyvallah ama yani yemişim kıroluğunu. Allah çiçekleri sadece kızlar koklasın diye yaratmadı.
-Sigara mı içiyorum baba?
-İçmiyorsun işte artık içmeyeceksin de! İçen arkadaşlarından da uzak duracaksın.
Klasik evlat kaşı tepkisiyle gözlerimi belertip susuyorum. Babam doktorun dediklerini hiç sıkılmadan üstüne ekleye ekleye anlatmaya devam ediyor. Gündelik politika dışında konuşacak konusu olmayan adamlar arasında kalmış bir çocuk gibi donuyor bakışlarım. Halıya bakıyorum. Yok hayır, saymıyorum desen mesen. Ne İran halısı ne köy kilimi. Düpüdüz halı.
-Acı yemek de yasak! Annen de artık yumuşatıcı kullanmayı bırakır. Bir torba yeşil sabun aldım rendelerim ben ona yeni deterjanını.
-Aaaa! Yok artık buna, oldu olacak okuldan al baba. Eve kapat. Hayırdır bu sade hayat mayat? 40 günde aç kalacaksın deyiver de, tam olsun. İş yerinde çok televizyon izlemeye başladın herhalde. Tamam dikkat edicem artık, abartma.
Aslında korumacılıktan ziyade tamamen bana takılmaktı derdi. Dede rahlesinden çıkmış köse oğullarının, başlarını öne eğdirecek bir şey yapmayacağına öylesine emin ana babacım hiçbir vakit kısıtlama dahi yapmamışlardı. İlk defa yasaklar uygulayacağı için keyifleniyor, üsteliyordu babam. Kendince on sekiz yaşına gelmiş delikanlılık taslayan oğlunu bir hastalık bahanesiyle sündürme çalışıyordu. Olası karşı gelişlere bir set.
Hastalıklar ve yasakları. Hastane koridorlarından geçerken "tut nefesini, hızla üfle, ama olmadı bir daha" bağırışlarını duyarsanız, bilin ki bir yıllık oksijen kotasını sft denilen testte mundar etmiş bir garibanın yardıma ihtiyacı var. İşte böyle başlamıştı yıllar önce ilk yasaklarım. Bir sft testi sonucuyla.
Yürümek. Ne acip icraat. Olmayanı tahayyül ettirdiği gibi seriyor insanın ayak uçlarına tüm yaşanmışlıkları. Şu köyün her bir adımında anımsıyorum hatıraları. Anımsamasam ne yazar, bayramda el öpmeye dizilmiş çocuklar gibi çalıyorlar gönlümün vefasızlık kapısını. Nihayet varıyorum büyük dedenin kapısına. Telefonum çalıyor.
-Efendim anne?
-Çınarım vardın mı oğlum?
-Geldim annem geldim, evi temizlemeden, çaya kadar yürüyeyim istedim.
- İyi yap..sın di…ol. Fotoğ…. iş….ni bi…...ce dön. Çok ….ma.
- Annecim çekmiyor sanırım. Ben çeken bir yere geçince arayayım seni olur mu?
-Çınnnarrrr!
Bir an sesin telefondan geldiğini sanıp irkildim. Ama hayır annem çoktan kapatmış.
-Çınnarrrr!
O nasıl dil çevirmektir, o nasıl r dir. Arkamı dönüyorum, ağır aksak bir o kadar heyecanlı adımlarla yan bağdaki komşu geliyor. Ben de heyecanlanıyorum en son on yıl önce görmüştüm, ak yazmalımı. Nasıl tanıdı ki beni. Allah Allah.
-Zehra Teyzem.
-Aneeeeey kurrrrbaney oğğlum Çınnarrr! Nerdeydin sen?
-Geldim işte Zehra Teyzem. Sen nasıl tanıdın beni?
-Aynı baban olmuşsun, nasıl tanımayayım seni, ellerimde büyüdün. Hele bırak beni de noldu şehirde. Veba varmış ya… Ya gelirse buralara ne ederiz dağ başında vah vah.
-Haa o mu?
-Yok yok, bitti sayılır ne zamandır yok memlekette. Tek bir hasta vardı en son, o da batıda. Hem sen telaş etme köy yerine gelmez evelallah.
-Varmasın oğul, varmasın varamayısıca. Bak bir ihtiyacın olursa çekinme, her sabah ekmeğini gel al. Hiç kendin uğraşma.
-Sağolasın Zehra Teyzem, ben halle..
-Olmaz öyle şey. Haa unutmadan erken gel ki sıcak yiyesin tamam mı?
-Tamam tamam. Ahmet Amca, çocuklar nasıl?
-Sorma oğlum, kardeşi vefat etti. İstanbul’a gitti. Gitme dedim salgın var, büyükşehir. Dinlemedi nasıl gitmem dedi.
-Başınız sağolsun. Korkma sen, dedim ya bir şeycik olmaz.
Zehra Teyze gidiriyor ama yoktan yere de içime bir kurt düşüyor. Kadına buralara gelmez diyorum fakat ne zamandır dünyadan bir haber yaşıyorum. Mühendislikten mezun olup da bir türlü istediğim işe yerleşememek epey canımı sıkmıştı. Bir süre sınavlara girmemek, başvuru yapmamak için yemin etmiştim. Fotoğrafçılığı da bıraktım, annemlere fotoğraf bahanesiyle köye geldiğimi söylemiştim oysa asıl sebep kaçmak. Sınırların sınırsız olduğu tek mekandı bana göre buralar.
İlk iş, çocukluğumdaki gibi damın önündeki dut ağaçlarına hamak kuruyorum. Tek farkla, yıldızlara bakıp masal yazma sırası bende. Annemleri aramak için evde köşe kapmaca oynuyorum. En son çok saçma bir yer buluyorum. Evin çeken tek yeri eski zahire dolabı. Saklambaç oyunlarında bulunamayıp da uyuyakaldığım köşe. Birkaç deneme sonunda bağlanıyorum nihayet. Annem bir yandan köyde olduğum için huzurlu bir yandan da “aman dikkat et kimseye yaklaşma” diyor. “Şimdi tüm gurbetçiler akın eder, aman ha oğlum bitti nasılsa her şey, çocukluk arkadaşım deyip yaklaşma kimseye. İnhalerleri, ilaçlarını aldın değil mi? Ben yine de evdeki yedeklerini de göndericem ama hemen kullanma havalandır damda.”
Yine telaş yine telaş. Sakin ol annecim köydeyim en güvenilir yerde bir şey olmaz dedimse de dinletemiyorum. Bozuk kaset gibi sarıyor. Ahmet Amcanın İstanbul’da olduğunu öğrenmiş, daha da susturamam.
Birkaç gün sonra geliyor Ahmet Amca, bir otobüs dolusu insanla. Bir de köyde taziye yapacaklarmış. Allah’ım hiç mi ibret almaz insan. Aylardır çıkmadınız, az daha sabredemediniz mi? Uyarmaya çalışıyorum benimle dalga geçiyorlar. “Oğlum sen bizden gençsin ama kaçıncı asırda kaldın son hasta çoktan iyileşti.” Bu sefer kendi kendimi yokluyorum, annemin vesveseleri bulaştı herhalde.
Ahmet Amca yılların dostluğu, dedemden yadigar. Bugün yanında olmazsam çok kırılır. Ama onca kalabalık geliyor aklıma, tek bir salonda. Allah’ım bu ne yaman çelişki. Biraz sonra yüzümde maske, elimde beyaz parmaklı çıkıyorum yanlarına. Salonun ortasından geçen tahta direğe yaslanmış pala bıyıklı bey amca eskilerden hikayeler anlatıyor heyecanlı heyecanlı. Cebinden çıkardığı tütün tablasını parmaklarının arasına alıp ustaca sarıyor sigarasını.En son aheste aheste sürüyor sararmış bıyıklarına incecik kağıdı. Ahmet Amca unuttu mu beni acaba, diye yüzünde bir ifade yoklamak istiyorum. Ahmet Amca kadınlar tarafında kardeşinin ölüm anını anlatarak acısını efsaneleştirme safhasında. Ara ara ağıtlar yükseliyor. Yahu diyorum içimden taziyeniz var ama taze değil ki... Maske darlamaya başlıyor, pala bıyık bey amca söyleyeceklerini bitirmek üzere, bir yandan tezek kokusuna karışmış ter kokusu yayılıyor odaya. Ahmet Amca hızlı ama asma katı sarsmayacak adımlarla yanıma geliyor. Çınarım diyor bir Yasin okusan yanık sesinle, dedene rahmet. Ortadaki bey amcayı işaret ediyorum gözlerimle. “Eyvah yahu, bizim tiryaki başlarsa ardı arkası kesilmez o dumanın” diyor. “Sen dur ben onu hallederim.” diyerek yanımdan kalkacakken kolundan tutuyorum. “Dur Ahmet Amcam köy yerinde ayıptır, anlamazlar onlar halimi bir de maskeli geldim, iyice zor duruma sokarım seni. Ben müsadeni isteyeyim. Daha sonra gelir istediğin kadar okurum” diyorum. Biraz mahcup biraz mahzun “Peki oğlum, nasıl dersen.” diyor.
Merdivenden inerken lastik ayakkabılı çocuklar karşılıyor. Bir yandan gülüp bir yandan dibinde tek damla kalmamış kolonya şişesini uzatıyorlar. Benden onlara gülüp geçiyorum. Maske altından güldüğümü de tepeye doğru çıkınca fark ediyorum. Yol kenarındaki çalılıklardaki kırmızı yemişler nasıl güzel gözüküyor. Dayanamayıp epey bir yiyorum. Akıl bu, elimi yüzümü de yıkamayı unuttum ya… Ah bu ben. Hoş gerçi hiç bir yere elimi sürmedim. Ne fark eder oğlum unuttun mu, kamu spotlarında aynı havadaki virüsün nasıl dolaştığını. Of aman be bitti gitti, aptal değil ya bu insanlar onca yolu tıka basa dolu otobüsle geldiler. Kendine gel, at şu saçma düşünceleri. Ya birinde vardıysa. Varsa bile sen ne zamandır köydesin bağışıklığın iyice güçlenmiştir Çınar sakin ol.
Vesveselerim, telkinlerim… Koronadan daha çetin bir savaş veriyorlar içimde. Bütün sabrımı umut etmeye israf ediyorum. Yüzümün kızardığını hissediyorum, hava yüzümü yakacak kadar sıcak değil ki. Hatta güzel bir karayel esintisi var. Bir iki kaşıyorum çenemi. Bacaklarım, kollarım her yerim kaşınmaya başlıyor. Çıldırıcam bu da ne şimdi. Hayır ya virüsün kuluçka süresi vardı, on dakikada tesir etmiş olamaz.
Zehra Teyze ile karşılaşıyorum yolda. “Sen evde değil miydin? Zehra Teyzem?” “Yok oğlum, misafirlerin yemeklerini yoklamak için kazanların başına gittiydim bir.” diyor. “Çıınnnarrrr!” “Aney kurbaney noldu sana oğlum, yüzünün haline böyle? Abov kolların da aynı!” “İyiyim Zehra teyzem yok bir şey alerjim tuttu herhalde.”
“Bak yukarda ocağın dibindeki külleri al git hemen bir güzel onu suyuna katıp yıkan. Çocukken de böyle olurdun, o düzeltir seni. Misafirleri gönderince geliriz yanına ama kötü hissedersen sakın durma gel yanımıza.” “Tamam Zehra Teyze meraklanma.”
Külüde sırtlanıp, kaşına kaşına eve gidiyorum. Sırf hatır uğruna da kaşındım ama yani. Ne olurdu sonra gitseydim, Ahmet Amca anlamayacak insan mı?
Biraz daha iyi gibiyim ama öksürüğüm başladı, bir de uyku bastırıyor nasıl mayhoş… Tam hamakta uyumalık bir gece. Saat daha çok erken 20.00 olmamıştır. Uyuyup tüm evhamlardan kurtulmak istiyorum. Hamağa uzanmamla uyumam bir oluyor.
Gözlerimi açıyorum ama birileri taşıyor beni. Etrafımda ah vah eden kadın sesleri. Öldüm mü acaba? Tepemde yuvarlaklar var, havada mı asılı onlar. Elimle yokluyorum hayır şeffaf bir örtü var üstümde, ağzımda oksijen maskesi. İzole edilmiş bir Çınar’dan başkası değilim. Olacak olan olmuştur ve geriye yapılacak hiçbir şey kalmamıştır.
Kaçıncı günüm bu hastane odasında, nerden bilirim? Bugün yüzüstü modumdan, kurtardılar bilincim yerinde şükür. Anacım, çocukken her yüzüstü yatışımın sabahında “Çınar, oğlum yatma öyle, alıştırma kendini. Bak iyi değilmiş cehennemlikmiş öyle yatanlar.” derdi. Ne dalga geçerdim. Ah anacım daha öteye kalmadan burada cehennemi oluyormuş insanın..
Sıkıldım aynı haberlerin dönmesinden neymiş efendim, “Dünyadaki son korona hastası, virüsü en yüksek dağ köylerinde kapmış. Hem de hacamat kupasından.” Her gün köyümün bir köşesinden çekimler. Salgın tarihinde çekilen son belgesellerin yüzde yetmişi köyde çekilmiştir. Tanımadığım onlarca insanın benim hakkındaki röportajlarını dinledim günlerce. Ah güzel Allah’ım hangi duayı eksik ediyorum, hangi ismini yanlış söylüyorum. Ahmet Amcanın dedene rahmet dediği yasini okumadan çıkmayacaktım o odadan.
Göğsümün ortasından sırtıma yapışan bir mıknatıs var sanki. Yine aynı şeyler, maraton koşusundayım da nabzım adımlarımla yarışıyor sanki. Ellerim buz gibi biraz daha hızlanırsa göğsümün hareketleri kalbim sırtımdan çıkıp yapışacak yatağa. Sona geliyorsun Çınar, hazırlan! Döndür dilini, unutma kelime-i tevhidi.
Gözlerimi açıyorum yine aynı manzara, taşınıyorum. Hayır Allahım… Daha iyileştiğimi görmeden yakalanıyor olamam, bu bir döngüye çevrilmiş olamaz. Bir dakika. Nefes alıyorum gayet sakin. Hatta baya baya diyafram nefesi. İyiyim de. Gözlerimi ovuşturuyorum, masmavi gökyüzü, kuşlar. Cennet... Cennete böyle mi gidiyoruz Allah’ım?
“Çııınnarrrrr oğğlum!” Uyan hadi bak Ahmet amcan da yanında. Ben sana uyuma demedim mi yoksa ah be oğul! Nasıl unutursun o yemişlerin zehirli olduğunu…
Ne hissetmeliyim şu an? Ama tek bir şeye inanmalıyım sanırım, hepsi rüyaydı. Çınar sakin ol oğlum. Sağıma dönüyorum, beyaz sakallarının arasında öyle güzel tebessüm ediyor ki Ahmet Amca. “Oğlum korkuttun yahu bizi uyandıramadık kaç saattir.” Bana ait olacağından şüphe ettiğim cılız bir ses çıkıyor. “İyiyim Ahmet amcam varolun.” Hadi doğrul, hazır açken bir hacamat edelim seni de şifanı bul.
Hacamat? Korona? Gülüyorum sadece gülüyorum… Öleceksem de hastane odasında bir başıma değilim ya.