Son dakika!
Bugünkü test sayısı:1
Bugünkü vaka sayısı:1
Bugünkü vefat sayısı:0
Bugünkü iyileşen sayısı:0
Son dakika!
Bugünkü test sayısı:1
Bugünkü vaka sayısı:1
Bugünkü vefat sayısı:0
Bugünkü iyileşen sayısı:0
Son dakika!
…….
Bugünkü vaka sayısı:1
…….
Son dakika!
…….
Bugünkü vaka sayısı:1
……..1
……..1
……..1
Bir. Bir. Bir. Yeter, yeter bence. Günlerdir, aylardır hatta yıllardır değişmeyen tabloyu size böyle anlatmamın mantığı yok. Benim ben, benim o bir. 7 milyar nüfuslu Dünya'nın son pozitif vakası, 7 milyar nüfuslu dünyanın son bahtsızı, 7 milyar nüfuslu dünyanın son samurayı; benim.
Ben kim miyim? Adım Şira, gerçi siz bunu zaten biliyorsunuz. Çünkü ben, sizin o tatlı canlarınız tehlikeye girmesin, sosyal hayatlarınız sekteye uğramasın diye; özgürlüğünü 5 yıldır bir evin içine hapsetmiş olanım. Tam beş yıldır izole olanım. Beş yıl, koca beş yılı cam bir fanusun içinde yaşayanım. O muhteşem, ışıklı, şaşaalı, dünyanızın üzerinde ufacık bir noktayım. Ama siz, hepiniz zaten afişlerden ve haberlerden tanıyorsunuz beni.
"Son Corona virüs mağduru Şira. Aşıların işe yaramadığı kız Şira. Hastalığın öldürmediği, ilaçların iyileştiremediği kız. Son beş yılın tek pozitif vakası: Şira."
Tabii tanıyorsunuz, hem de hepiniz. Sahte gülücüklü mesajlar gönderiyorsunuz, minnetlere bulanmış hediyeler yolluyorsunuz, iyileşmem için dualar ediyor, güya beni düşünüyor ve anlıyorsunuz. İsmimi, milattan önce yaşamış bir halk kahramanı gibi sahipleniyorsunuz. Giremediğim sokaklara posterlerimi asıyor, göremeyeceğim okullara adımı veriyorsunuz. Benim için, harcayamayacağım paralar topluyorsunuz. Üstelik utanmadan bir de umut tacirliğine soyunuyorsunuz. Yalancısınız, hepiniz korkaksınız. Vücudumu evrim aracı olarak kullanan aptal bir virüsten korkuyorsunuz.
Ayrıca bunları size yazdığımı düşünüyorsanız, çok yanılıyorsunuz. Hayatlarına devam etmekten başka hiçbir vasfı olmayan sizlere; cümlelerimi, benliğimi bırakmak mı? Ölürüm daha iyi. Neyse ki o konuya ayrıca geleceğim zaten. Şimdi başka bir şey anlatmak istiyorum. Dediğim gibi sizlere değil; sizden daha gelişmiş, daha cesur, daha insani bir toplumu muhatap alıyorum. Çünkü ben, onlara layığım.
***
Tam beş yıl önce, dünyadaki son iki corona virüs hastasının biri iyileşti. Son vaka olarak ben kaldım, bütün ailesini bu salgın yüzünden kaybetmiş olan kimsesiz bir genç kız; yani ben. Başta benim de normal insanlar gibi birkaç haftaya iyileşeceğimi düşündüler ya da öleceğimi. Ölmedim, hatta iyileştiğimi bile söyleyebilirim. Fakat haftalar geçmesine rağmen testlerim pozitif çıkmaya devam etti. Oysa gösterdiğim hafif belirtiler tamamen sona ermişti; kendimi çok sağlıklı, dinç ve doğacak olan güneşe hazır hissediyordum. Ama kanımdaki o virüs, o aptal virüs yaşamaya öyle meraklıydı ki; ne yaparlarsa yapsınlar bağışıklık kazanıyor, başkalaşım geçiriyordu. Doktorlar, tek ve biricik hastalarının vücudunu ne zaman kontrol altına almaya çalışsalar; benim sevgili virüsüm yeni bir fikir ortaya atıyor, yeni bir devrim koparıyordu. Darbe üstüne darbe indiriyordu bana; hem de zararsız, uysal, sevecen bir edayla. Sanki dünyadaki tek soydaşının kendi olduğunu biliyor da beni öldürmemek için, kendi sonunu getirmemek için yaşam mücadelesi veriyordu. Önceleri ben ve virüs, savaşıyoruz sanıyordum. Sonra fark ettim ki; savaşmıyoruz, biz, iki devrimci, kol kola vermiş sadece yürüyoruz.
Sonuçta ondan nefret etmem gerekmez. Ne olmuş yani ataları Dünya'da büyük bir salgına sebep olduysa; çoluk çocuk, yaşlı demeden öldürdüyse ne olmuş? Benim cinsimin; yani insanın, geçmişi çok mu temiz? Benim cinsim değil mi, kızlarını diri diri gömen? Benim gibi iki kolu, iki bacağı yok muydu; silahlara, atom bombalarına tapanların? Masumları vatansız bırakıp ölüme mahkûm edenler de benim cinsimden elbet. Dahası da var, var da benim bir-iki tahtası eksik kafam şu an hatırlamak istemiyor onları. Velhasıl; akıl diye bir dağın ardına sığınan insanoğlu bunları yapmışken, bit kadar virüse kin beslemem yersiz olur. Hem benim kanımdaki tek ve biricik. Beni öldürmedi, ben de onu öldürmedim. İki aptal masum, pek tabii aynı vücutta gül gibi geçinip yaşayabiliriz. Nefret etmemeliyim ondan. Her ne kadar beni dışarıdaki dünyadan uzaklaştırmalarına o sebep olmuşsa da, aynı zamanda çağdaşım insanlardan da uzak tuttu. Korudu beni. Bilhassa bunun için teşekkür etmeliyim ona.
***
O benim tek gerçek dostum. Yani kanımdaki virüs, benim tek arkadaşım ve sırdaşım. Beş yılı bu evin içinde onunla birlikte geçirdik. Unutmam mümkün değil o zamanları. Beni hastaneden çıkardıklarında 15 yaşında yeni yetme bir kız çocuğuydum. Bir doktor ordusuyla buraya getirdiler beni, sonra da gözlerimin içine bakarak tedavimi bulacaklarına söz verdiler. O vakte kadar evin içinde tatil yapacağımı, canımın istediği her şeye sahip olacağımı, istediğim herkesle telefonda görüşebileceğimi vadettiler. Zaten kısa süre içinde beni tedavi edeceklerinden evin içinde kaldığım günleri, güzel değerlendirmem gerektiğini vurguladılar. Kısa süreymiş… Peh! Ne kısa süre ama! Beş minnacık yıl. Ki hâlâ tedaviyi bulamadıklarını da söylemem gerekir. Neyse ki birkaç küçük yıl daha beklemeye niyetim yok. Konuya geri dönersem. Benim prensesleri imrendirecek saltanatım başlamıştı. İstediğim her filmi izliyordum, istediğim şarkıcılara konser verdiriyordum. Canım ne çekerse onu yiyor, bir de üstüne çeşit çeşit tatlılar talep ediyordum. Ben ne arzu etsem kapı denen delikten gönderiliyordu. Gece uykudayken evim temizleniyor, sabah ben kalkmadan kahvaltım hazır ediliyordu. Ne günlerdi be! Canım sıkılınca devlet başkanını bile arayabiliyordum. Üstelik bunların karşılığında yapmam gereken şey bu evin içinde durmak ve iki günde bir psikiyatristin boş yapmasını dinlemekti. Bu kadarcık. Babadan doğma prensesler bile daha çok zahmet ediyordur böyle bir hayat için. Oysa ben, benim babam... Babam öğretmen olmasına rağmen buradaydım.
***
Prenses olmadığımı fark etmem bir yılı aldı. Canım sıkılıyordu, artık insanların yüzüne bir ekrandan bakmaya tahammül edemiyordum. Camların ardındaki gözlerden, nefesini hissetmediğim seslerden yorulmuştum. Tam da benim, etrafımda aşina olduğum her şeyden bıktığım zamanlardı. Yine psikiyatristin uzunca konuşmasını dinlediğim bir geceydi. Her zamanki gibi defalarca sabır dilemişti bana. Ve yatmadan vitaminlerimi almamı tembihleyip kapatmıştı ekranını. Ve sonra… Bana dört duvar arasında yalnız olmadığımı hatırlatan o yabancı sesi duydum. Merhaba, diyordu. Karnıma soğuk iğneler saplayan tiz bir ses; sakın içme o ilaçları, yalan söylüyorlar, seni kandırıyorlar, diyordu. Şaşırmıştım. Evdeki bütün teknolojik aletleri kontrol ettim, ama ses hiçbirinden gelmiyordu. Zaten hoparlörden çıkıyor gibi de değildi; resmen kulağımın dibindeydi ve benimle konuşuyordu. Epey düşündüm ama o esnada benden başka bu evde kanlı, canlı, ses çıkarabilecek kimse yoktu. O gün ilaçlarımı içmedim. Ertesi gün de içmedim. Sonraki gün de. Ve ses böylece durmadan yükseldi. Artık kafamın içindeydi, bana komutlar veriyor, onu yapma, bunu yapma diyordu. Uyuma, dedi. Uyumadım, o gece eve gelen temizlikçiyi gözetledim, astronot gibiydi. Getirdikleri yemekleri yeme, dedi. Yemedim, zihnim berraklaştı, daha iyi düşünmeye başladım. Şu kitapları oku, dedi. Okudum, baktım ki bütün prenseslerin bir prensi var veya bir ailesi. Sonra anla artık, dedi. Anladım; ben prenses değildim.
***
Kafamdaki ses; benim yegâne dostum, bana gerçeği söyleyen tek canlı varlıktı. Bana benden daha yakın gelen o sese kulak verdim ve aylarca onun komutuyla yaşadım. Bu ses o kadar akıllıydı ki, doktorların beni kontrol altında tutmak için sürekli terapi verdiklerini, yemeklerime uyku hapları attıklarını fark etmişti. Öyle zekiydi ki, bahçe çitlerimin ardındaki cam duvarları görmüştü. Ayrıca çok da eğlenceliydi. Bana bıçaklarla oyunlar öğretiyor, ateşin ve barutun bir araya gelince neler yapacağını anlatıyordu. Üstelik dışarıda yaşayan insanları, benden çok daha iyi tanıyordu. Onların ne kadar yalancı, iki yüzlü ve aç gözlü olduklarını biliyordu. Kendisinin ırkının, bu insanlıktan kurtulmak için verdiği mücadeleden bahsetmeye başlamıştı ki, o an anladım kafamın içindeki sesin benim çok sevgili virüsümden geldiğini. O zamana kadar nasıl fark edememiştim bunu. Neyse ki onu tanımadığıma fazla kızmamış, öyle söyledi, gönül koymadı bana.
Onunla birlikte harika maceralara atıldık. Havuzda on dakika nefes almama yarışmaları mı, dersiniz… En keskin camı, ilk kim bileğine saplayacak iddialarından tutun da… Kim avizede asılı iken daha çok çırpınır? Ya da kim daha uzun süre aç kalabilir? Ohoo! Neler denedik neler? Bu deneyimlerimiz bize evimin gözetlendiğini ve kapıda beni havuzdan çıkaracak, avizeden indirecek adamların beklediğini gösterdi. Bir balık gibi fanusta yaşadığımı ve izlendiğimi o zaman keşfettim; her şey onun sayesinde, sevgili virüsüm sayesinde. İyi ki var.
***
Ne kadar bilemiyorum ama yazmayalı epey zaman geçti. Her güzel şeyin bir kefareti olur derler. Ben de virüs ile dostluğum yüzünden bazı bedeller ödedim. Elimdeki tüm kesici oyuncakları kaybettim, kırılabilecek her şeyi aldılar benden. Annemin fotoğrafının olduğu çerçeveyi bile götürdüler. Havuzdaki suyu boşalttılar, evdeki tüm elektriği kestiler. Yemeklerimi yedirmeye astronot kılıklı insanlar geldi, yemeyi reddettiğimdeyse iğneler yaptılar. Günlerimin çoğu zamanını hatırlayamaz hâle geldim. Artık virüsümün sesini bile duyamaz durumdayım. Televizyon yasak, telefon yasak, kimse benimle konuşmuyor, kendiminki de dahil kulaklarıma hiçbir ses ulaşmıyor. Sadece defterimi geri verdiler, yanına da kurşun kalem koymuşlar. Sanırım iyice delirmemden korkuyorlar. Benim güzel dostluğumdan arda kalan; içi boşaltılmış bir fanus ve o fanusta susuz kaldığı halde ölemeyen ben. Ha, bir de bu defter işte...
***
Elime kitaplar tutuşturuyorlar şimdilerde, oku diyorlar bana. Bilincimi açık tutmalıymışım, iyileşmek için düşünmeliymişim. Onları dinlemeliymişim, virüsümden kurtulmak için çabalamalıymışım. Ama ben bunu istemiyorum, diyorum. Anlamıyorlar beni. Kafamın içindeki dostumdan kurtulmak istemiyorum, zaten onlar yüzünden sesini duyamadığım dostumun, tamamen hayatımdan gitmesini istemiyorum, karşı çıkıyorum. Fakat ben itiraz ettikçe yatakta geçen sürelerim uzuyor. Hatırlayamadığım anlar daha da çoğalıyor. Her uyanışımın bir bilinmeze olmasından bıktım artık. O bilinmezin içinde tekrar kendimi bulmak, nerede ve kim olduğumu bulmaktan yoruldum. Kafamın içindeki sesi o kadar özlüyorum ki, uyanık kaldığım birkaç saatte bile acı çekmekten başka bir meşguliyetim kalmıyor. İşte o zamanlarda bu defteri elime alıyorum, sayfaları arasında ıstırap verici uzun yürüyüşlere çıkıyorum.
***
İçi boşaltılmış bu evde, yemini bekleyen bir balıkmışım gibi davranıyorlar bana. Ama ben, balık değilim ki. Ve hafızam, birkaç saniyede bir tazelenmiyor benim. Her şeyi hatırlıyorum; kim olduğumu, neden burada olduğumu, neyi beklediğimi ve neyin eksikliğini çektiğimi biliyorum. İyi bir hafıza, ne büyük lanetmiş meğer. Ölümün, yanında bunaklığı da getirdiğini duymuştum. İnanın, bu lanetten kurtulmak için ölmeye değer. Hem virüsümün hâlâ benimle olup olmadığından da emin değilim, sanıyorum ki aldılar onu benden. Yoksa bu kadar zaman ne yapar eder, bana seslenmenin bir yolunu bulurdu. İnsanlar, onu da aldılar benden. Oysa o da, bu hayattan aldıkları herkes kadar masumdu. Ama artık benimle olmadığına göre… Ardında bırakacak kimsesi olmayanların özgürlüğüne erişebilirim. Şimdi, şu yıldızlı gecede, gidebilirim.
Bir masum daha eksilse bu yaşamdan, ne kaybeder ki dünya? Duvarların arkasındaki tanımadığım yüzlerce çocuk gibi ben de ölüler trenine binsem, ne değişir? Üstelik bunu kafamdaki ses söylemeden yapsam, kimi suçlarlar arkamdan? Şu gökteki mavi yıldız bana böyle gülümserken, birkaç saat sonra doğacak olan güneşi ne yapayım ben? O güneşle evime doluşacak olan doktorları, niye birkaç yıl daha çekeyim? Var işte bende bir sorun, kanım anormal, virüsle ölemiyorum. İyileşemiyorum da. Hem kafamdaki tahtalarda da eksik var, onu da tescillediler. Bilimin kabullenemediği çaresizliği ben kabullendim çoktan. İçimdeki sesi susturdular, dostumu aldılar benden. Şimdi şu bahçedeki hamağı alıp ağacın tepesine bağlasam, soksam kafamı içine, ayaklarım yerden kesilse… Şanslıysam, kameranın başındaki adam uyumuştur. Bu sefer kavuşurum hayallerime, bedenimi bu fanusun içinde bırakıp giderim. Şanslıysam eğer, bu gece yıldızlara bir camın ardından değil çıplak gözlerle bakarım. Birazcık şansım varsa eğer, bunlar benim son cümlelerimdir.
Ben Şira. Beni buraya tıkan insanlık dışında başka hiçbir canlıya kızgın değilim. Gidiyorum. Arkamdan kaybetti ama sonuna kadar savaştı diyecekler. Belki de kahraman gibi anacaklar beni. Fakat yalan söyleyecekler, bilin ki savaşmadım.
***
Son dakika!
Merhaba sayın dinleyenler, bir son dakika haberi ile sizlerleyiz. Yıllardır beklediğimiz o güzel haber geldi. Artık Dünya Corona virüsten tamamen kurtuldu. Dün gece yetkililerden aldığımız bilgilere göre, tam beş buçuk yıl gibi uzun bir süredir izole halde yaşayan son hastamız iyileşti. Şira, nihayet savaşını kazandı. Dün yapılan test sonucu negatif çıkan hastamıza bu güzel haberi canlı yayında, bütün dünyanın huzurunda vereceğiz. Sizlerin de mutluluğuna şahitlik edebilmesi için Şira'dan bu haberi bir günlük sakladık. Birazdan hep birlikte bu güzel anı paylaşacağız.
Evet, tam beş buçuk yıldır hastanın içinden çıkmadığı evin önündeyiz. Bu yaşam alanının büyük önlemlerle kurulduğunu biliyoruz, uzmanlar her türlü ekipmanla virüsün dışarı çıkmasını önlediler. Şimdi ise gördüğünüz gibi hepsinin yüzünden zafer ve gurur okunuyor. Özellikle son aylarda virüsün hastamızın sinir sistemine saldırmaya başladığı haberlerini alıyorduk. Doktorlarımız da Şira da çok zor günler geçirdiler, diyebiliriz.
Şimdi yetkililer içeri giriyor. Şira'nın tepkisini hepimiz merak ediyoruz. Evde değil. Belki de bahçededir. O kalabalık da ne? Aman Tanrım! Bu kız ne yapmış kendine? Kapat, kamerayı kapat. Hemen!
-Bu evin gözlendiğini sanıyorduk.
-O ne, hamağı mı kullanmış gerçekten?
-Yetkililer bir açıklama yapacak mı?
-Nasıl olur böyle bir şey?
-Kameraları kapatın!
-Gözcüler nerede?
-Nasıl fark etmezler bunu?
-Biri açıklama yapsın.
-Efendim sadece on dakika içim geçmiş.
-Efendim ben diğer kameraları izliyordum.
-Bütün basın mensupları dışarı!
-Ailesine haber verin!
-Ailesi yok.
-Kamera kayıtlarına bakın. Nasıl becermiş bunu?
-Herkes dışarı, görüntü almak yasak. Ses kaydı yasak.
-Size çıkın dedim! Mikrofonunuzu da kapatın, derhal.
Elif Ezgi BEKTAŞ
Not: Birkaç gün müsait olamayacağım için hızlı hızlı yazdım. Ancak üstünde tekrar çalışacağım bu öykünün. Şimdiden teşekkürler. :)