Ohhh!

Sahra Tahiroğlu

Ellerini yıkadı iyice, parmak aralarını da iyice, yüzünü de iyice. “Çitilersem böyle çıkar belki lanet olası virüs” dedi. Kendi kendine dedi. Çünkü uzun zamandır tek başına yaşıyordu. Tek başına doğduğunu düşünecek kadar tek başına yaşıyordu. Hangi gündeydi bugün, saat kaçtı bilmiyordu. Her güneş doğumunda kağıda attığı çiziklerden kaç gündür burada olduğunu çıkarabilmişti: iki yüz doksan üç gün. En az iki yüz doksan üç gün. Gelir gelmez başlamamıştı çünkü. Bu kadar uzun süreceğini düşünmemişti çünkü. Zamanı merak edeceğini de düşünmemişti. Burada, dünyanın bir ucunda, tek başınayken zamanın ne önemi olabilirdi ki? Saat ha ileri gitmiş, ha geride kalmış, ona ne! En az iki yüz doksan üç gündür dokunmuyordu karısına ve oğluna. Bir telefon verilmişti şükür eline. O da olmasa göremeyecekti. Oğlu iki yaşına girmişti kırk üç gün önce. “Beni tanımıyor, muhtemelen geldiğimde yabancılayacak” dedi kırk üç gün önce karısına. O günden beri telefonlara çıkmıyordu. Artık görüşemeyeceğini söylemişti. Anlayışla karşıladı. Çünkü dediklerine kendi de inanmıyordu. Oğlunu görebileceğine inanmıyordu.

Dünya virüsün kaybolduğunu açıkladığında, tüm insanlara önlem amaçlı son bir test uygulanmıştı. Testi pozitifti. Dünyadaki tek pozitif sonuç onundu. Öğrenir öğrenmez evini karantinaya aldılar. Bunu bildiği için eşini annesine yollamıştı, eşya almasına bile fırsat vermeden. Tekrar yayılma korkusu ile ülkenin bir ucuna, kimselerin uğramadığı bir sınıra bir ev yapıldı. Orada kaldı bir süre. Hastalığı geçene kadar, testler negatif olana kadar burada yaşayacaktı. İhtiyacı olan her şey verilmişti yanına. Belirti de göstermiyordu üstelik. Hasta değildi, sonuçlar pozitifti. Tüm dünyanın haberi vardı pozitif vakadan. Bir ay mühlet tanımışlardı. Bir ayın sonunda ne yapılacağına karar verilecekti. Tüm ülkeler tekrar yayılmasından ve önceki gibi yaşanacak binlerce ölümden korkuyordu. Ne gerekiyorsa yapmaya hazırız diyorlardı. Ne gerektiğini herkes biliyordu. Bir ay istemişti başkan. Vatandaşım iyileşebilir, demişti. Bir ayda dört kere test yapıldı, pozitif. Konu tekrar gündeme geldi: ne yapılmalı? Öldürülmeli diyenler vardı soğukkanlılıkla, risk alamayız diyenler. İnsan hakları diyenler de vardı, yaşam hakkı. Bir türlü anlaşmaya varılamayınca bu kez dünyanın sonuna sürülmeye karar verildi. Herkes bir “ohh!” çekti.

Televizyondan izliyordu olan biteni. Herkesin bir “ohh!” çekmesine içerledi. Ne yapmış olabilirdi bu kadar kötü. Otobüse binmişti diğerleri gibi, markete gitmişti. O kadar. İnsanların “ohh!” çektiği gün, karısı ağlıyordu. Teselli etmeliydi, ağlayamazdı. “Üzülme” diyordu “üzülme, en azından hayattayım”. Bunun bu kadar uzun süreceğini bilseydi, o gün ölmüş bil derdi. Hastalık bu, elbet geçer, diyordu. Ayda bir yapılıyordu artık test. Çünkü yorucuydu, çünkü sonucu hep pozitif çıkan testi haftada bir yapmak gereksizdi. Dünyanın sonuna gitmek kolay değildi. İkinci bir vaka korkusu ile test için gelen, yere iniş yapmayıp, bir çantayla gerekli malzemeleri verip, nasıl yapması gerektiğini anlatıyordu. Gelen maskeliydi. Aynı havayı bile solumadan hızla uzaklaşıyordu. Her ay çıkan pozitif testler, iyice insanları endişelendirmeye başlamıştı. Tüm ilaçlara rağmen iyileşmeyen tek hastaydı. Onu ne kadar orada tutabilirlerdi? Üstelik hayatta olması her zaman sağlıklı olanlar için bir riskti. Hayat onlar için tamamen normale dönmüştü evet ama küçük de olsa bir tehdit istemiyorlardı. Yemelerine, içmelerine, gezmelerine, inşaatlarına hatta savaşlarına devam ediyorlardı evet. Evet binlerce insan ölüyordu her gün ama dünyanın sonundaki adam her şeyi yerle bir edebilirdi. Tüm savaşları bile. O halde bu sorun kökünden çözülmeliydi. Böyle düşünenlere bakılırsa taa en başında ölümünü istemişlerdi. Onları durduranlar vardı. Onları durduranların ısrarıyla bir referandum yapılmasına karar verildi. Tüm ülkelerin katılacağı bir referandum. Ölsün mü? Kalsın mı?

Dünyanın sonuna sürülmüşlüğünün üç yüz doksan sekizinci gününün gecesinde kapısı çaldı. Yanlış duyduğunu düşündü. Tekrar duyunca aynı sesi kapıyı açtı yavaşça. Koruma giysisi giymiş biri karşısında ona bir paket getirmişti. Heyecanlandı, ilk kez biri ona bu kadar yakındı. Test negatif çıkmış olabilir miydi? “Senin için bunu getirdik”, dedi gülümseyerek. Yok, pis sırıtarak. Tek kelime edemedi, çıkmadı, ne diyeceğini bilemedi. Bilene kadar da gitmişti adam. Paketi açtı hemen. İçinden hamak ipi ve tahta çıktı. Hiçbir not yoktu üstelik. Salonun ortasına koydu ipi ve tahtayı. Gece geldikleri olmamıştı hiç. Direkt bir paket getirdikleri de. Ne yapılabilirdi bunlarla? Bir salıncak mı? Bu kadar lüks bir evde salıncağa ihtiyaç duyulabileceğini nereden çıkardılar? Adamın o pis sırıtışı geldi gözünün önüne. Yüzü kızardı, yutkundu.

Bir referandum yapılacaktı. On sekiz yaşından büyük herkes oy kullanabilecekti. Ölsün mü? Kalsın mı? Bazılarının vereceği oy belliydi. Bazıları ise birinin hayatına bir oyla karar verilmesine karşı olmuş, gösteriler düzenliyordu. Neticede herkes sandık başına gitmişti. Dünya’da ilk kez bir seçimde boş oy yoktu.

Televizyonu açmak istedi kafasını dağıtmak için. Bir diziye dalabilirdi, bir maça ya da. Referandum haberini gördü. Dondu kaldı olduğu yerde. Bağırmak, haykırmak istedi: “Siz kimsiniz laaaaan! Neye karar veriyorsunuz? Siz tanrı mısınız?!” Kimse duymadı. Telefonunu aldı eline. Önüne gelen numarayı arayacaktı. İletişimini kesmişlerdi. Daha da kısıldı sesi. Ağlamaya başladı. “Bari” dedi, “Bari karımı görseydim, oğlumu son kez”. Gün doğup gün batıyordu o olduğu yerde yatarken. İpi alıyordu eline, eline doluyordu bir, bir bacağına. Boğazına götürmeye eli varmıyordu. Referandumun sonucunu bekliyordu, kapının tekrar çalacağı günü. Bekleyecek miydi? Bir mektup yazdı karısına ve oğluna. Sonra tüm insanlara.

Referandum oyları sayılmış, sonuç açıklanacaktı. Bir ay sürmüştü saymak. Kolay mı tüm dünya katılmıştı. Herkes heyecanla ve gerginlikle sonucu bekliyordu televizyonun karşısında. Sokaklar bomboştu. Ekranın karşısına geçti, ellilerinde bir adam. Yüzü soğuktu, ifadesiz. “Referandum sonucu” dedi, “sonuç yüzde elli bir oyla ölsün oldu”. Kimilerinin evinden sevinç çığlıkları yükseldi, kimilerinin evinden vicdan kokusu. Devam etti: “Kendisine haber vermek için bu sabah dünyanın sonuna gittik. Maalesef kendi asmış. Karısına ve oğluna bir mektup bırakmış, iletiliyor şu an. Ve size bir mektup, hepimize.” Kameralar zumladı adamın açtığı mektubu. Okumak zor değildi ekrandan: “OHHHHH!”