Çözüm

Esra Abaoğlu

Arabamla sadece farların aydınlattığı tek şeritli yolda yavaşça yol alıyorum. Yol içime doluyor, içimde başka yollar açılıyor, hiç biri yürünebilir gibi görünmüyor ama yine de devam ediyorum. Varlığına şaşırdığım bir sükûnet eşlik ediyor bana; içimde de, dışarda da.

Vakit gece yarısını henüz geçti. Bülent abi’ye gidiyorum. Gidişimi haber vereli üç saat oluyor. “Tabi koçum gel, beklerim” dedi. Bu cevabı günün her saati, Allah’ın her günü duyabileceğim tek insan. 1979, Kayseri doğumlu. Ailenin en büyüğü. Mualla teyzenin ilk göz ağrısı. Baba tarafından sülalenin ilk torunu. Hem fırlama, hem zeki. Kapalı çarşı’da çıraklıkla Anadolu lisesi kariyerini birlikte yürütmüş. 16 yaşında babasını kaybetmiş, 17 yaşında üniversite okumak için İstanbul’a gitmiş. Üç dört yıl geçmiş ya da geçmemiş mühendislik eğitimini yarıda bırakıp; babasından kalan sermaye ile çeşitli işler kurup batırmış, bir şekilde yolunu bulmuş. Yani ne batar ne çıkar dedikleri cinsten. Kendisinden sonraki iki kız kardeşinin okulları memuriyetleri derken annesi Mualla teyze ile şehir şehir gezmiş, bu esnada kardeşlerini evlendirmiş, son sekiz yıldır da, en son yolunun düştüğü bu küçük Anadolu şehrinde yaşıyor.

Başıma gelen bu sorunu, yani bagajıma giren sorunu demek istiyorum, çözebilecek tek insanın Bülent abi olduğunu biliyorum. Sanki bu dünyaya sorun çözmek için gelmiş gibi zaten. Gerçekleşme ihtimali olmayan sorunları da düşünmesi ve onlara dahi çözüm bulmak istemesi, bazen tuhaf icraatlara girişmesine yol açıyor, bunu inkâr edemem. Evimdeki ota boka öten alarm, sonra en son ziyaretine gittiğimde Mualla teyze’nin anlattığı Ramazan davulcuları ordusu falan hep onun başının altından çıkan şeyler. Yine de öne sürdüğü tüm uçuk planlar arasında da işe yarar birkaç tanesi illa ki oluyor.

Arabamın yokuş yukarı tırmanırken yığılmasıyla kendime geliyorum. Vitesi değiştirip tekrar gaza yükleniyorum. Hafifçe kayıp tırmanmaya başlıyor. O esnada arabanın bagajından olsa gerek bir gürültü geliyor. “Bülent abi de ev yapacak yeri buldu. Dağ başı!” diye bağırıyorum. Öfke böyledir. Gerekçesi ile dile dökülen arasındaki fark, dağlar kadardır.

Az sonra düzlüğe ulaşıyorum. Biraz daha ilerleyince evi de gözükecek. İçimde tuhaf bir rahatlama. Mualla teyze şehir merkezinde yaşıyor ama Bülent abi…

O esnada evi gözüküyor. “Mübarek! Şato” diye cıyaklıyorum.

Bülent abi burada tek başına yaşıyor.

Arabayı uygun bir yere bırakıyorum. Derin bir nefes alıp sağıma soluma bakınıyorum. Isparta’dan geldim, ellerim bomboş. “Bagajın dolu ama” diyor içimden bir ses. “Evet kocaman bir…” hızla arabanın kapısını açıp kendimi dışarı atıyorum. Hafif bir rüzgâr esiyor, sırtım terli, ürperiyorum. Ağustos böceklerinin sesleri çalınıyor kulağıma.Arabanın arka koltuğundan ceketimi almak için sol arka kapıyı açıyorum, ceketim iyice sağ tarafta, arabanın içine girip almak için sağ dizimi koltuğa yaslayıp kafamı henüz içeri girdirmemle sırtıma bir şeyin atılması bir oluyor.

“Hassiktir!” diyerek irkilmemle kafamı arabanın kapısının pervazına geçirmem bir oluyor. Acıyla koltuğa yığılıyorum. “O ney laaağn” diye bağırıp, can havliyle koltuktan kalkıp kendimi geriye atıyorum. Bir şey omuzlarımdan yere düşüyor. Karşımda Bülent Abiler var. Hepsi de gülüyor-lar.

“Oğ oğ oğ lum lum lum… üşü ş üşü müş müş söndörr dör dör di di diyyeeeğ sırtınaaaağ bat-tağ-ni ye! getirdim.” Dediler. Gözümün önü kararıyor. Başımı ellerimin arasına alıp yere çömeliyorum. Ne kadar süre geçti bilmiyorum, Bülent Abi tek kişi olana kadar yerde öylece duruyorum.

Kakıp Bülent Abiye bakıyorum. Biraz telaşlanmış. Seni şu hamakta sallanarak bekliyordum diyor karanlık bir yeri işaret ederek. Üzerinde şort ve kısa kollu bir tişört var. Üşümüyor mu acaba? Yerden aldığı ceketi tekrar omuzlarıma koyuyor, koluma giriyor, eve doğru yürüyoruz. Adam az daha kafamı yaracaktı ama hala kendimi en güvende hissettiğim yer, onun yanı.

Evinde bir sürü zımbırtı. Kendi yaptığı şeyler, yurt dışından sipariş ettiği ve ne ihtiyacı olduğunu anlayamadığım diğer şeyler, günlük rutinini nasıl ayarladığına dair bir dolu lakırdı. Beni benden alıp uzaklaştırıyor. Bu adamı biraz da bu yüzden seviyorum.

Az bir hoş beşten sonra beni duşa sokuyor. Temiz şort, tişört, karnımı doyurması falan da cabası. Yengeç burcu muydu bu adam? Elimize çaylarımızı alıp gündüz olsa nefis bir göle bakacak olan, şimdi zifiri bir karanlığı içine dolduran manzaraya karşı evinin terasında oturuyoruz. Biraz daha beni kendimden uzaklaştıracak laflardan, hatta Mualla Teyze’nin diz ağrılarından bile bahsettikten sonra birden;

“E-eee? İsmail nasıl?” diyor.

Birden İsmail, İsmail’in fizyoterapist aşırı nezaketli karısı, evleri, İsmail’in hiç değişmeyen tavırları aklıma hücum ediyor. Sonra…

“Ne olsun işte, hep aynı şeyler…” diyorum çayımdan bir yudum alarak.

“Neden onunla görüşmeye, taaa Isparta’ya gittin?”

Neden onca yolu teptim sahi? Şimdi hepsi ne kadar da uzak görünüyor.

“Ağzımdan burnumdan içeri giren, en yakınlarımı bile ağına alan, evimi bile kaplayan bir şeyin üstesinden nasıl geleceğimi öğrenmek için” diyorum, ciddiyetle. Bülent Abi akıllı adam, annesi kadar olmasa da o da insanları anlamak konusunda iyi sayılır.

Sandalyesinden dehşetle kalkıp “Korona mı kaptın?!” diye ciyaklıyor.

Ben de onun bu telaşına kayıtsız kalamıyorum “yolda mı yoksa!!?” diye bağırarak oturduğum sandalyede kaykılıyorum. O esnada elimdeki, yarısından fazlası çayla dolu kupa sarsılıyor, şortun üzerine sıcak çayın bir kısmı boca oluyor.

“Ağğğğğhhh… yan-dııım!”

Şortun çaylı kısmını üzerime değdirmemeye çalışarak lavaboya gidiyorum. Bülent abi bu sefer bana tahta bir oklava ile eşofman altı uzatıyor. Acayip kırıcı. Onu giyip çıkıyorum. Balkona yanına gidiyorum. Bana biraz kızgın, biraz şüpheyle bakıyor.

“Abi ne koronası ya!” diyorum. “Hiçbir şikâyetim yok, ayrıca önlemlere de dikkat ediyorum.” “Durup dururken…” “Nereden çıkardın yani?”

“E ne demeye gittin o zaman İsmail’in yanına, ne o artiz artiz laflar, yok burnumdan giriyor, yok evimi kaplıyor…”

“Sadece bunlar olsa yine iyi” diyorum, yavaşça sandalyeye otururken. Ellerimi önümde kavuşturmuş yerdeki karoların desenini inceliyorum. İtiraf eder gibi bir suçluluk duygusuyla: “Şu an arabamda.”

Sandalyesinde kaykılma sırası Bülent Abi’de; “Estağfirullah” diyerek ayağa kalkıyor. Sinirle terasta bir ileri bir geri yürüyor. Sakalı ile oynarken karşıma gelince soruyor: “ne var arabanda?”

Beraberce evden çıkıyoruz. Arabaya doğru ilerliyoruz. Arabanın arkasına gelinceye kadar hiçbir şey konuşmuyoruz. Boğazımı temizleyip “Anası…” diyorum. Beraberce yürümeyi kesiyoruz. Bülent abi, anlamak için çırpınırcasına yüzüme bakıyor, her hareketime dikkat ediyo; tekrar, “Anası bu…” diyebiliyorum.

Sinirleniyor, “Ne anası lan, ne anası, anasını avradını….” diyerek bagajı açıveriyor.

Bülent abi de şaşırıyor ama ben ondan daha çok şaşırıyorum. Bagajda koca bir ekşi maya anası değil, bana hiç de yabancı gelmeyen bir kız var. Şaşkınlıkla… “Buuuse!” diyebiliyorum.

Olayların bundan sonrasını hep ben açıkladım. Mesela kötü adamlar olmadığımızı Buseye anlatmak, Buse’nin ekşi maya anası olduğunu Bülent Abi’ye anlatmak, Buse’nin psikoloji zımbırtılarıyla başıma nasıl ekşidiğini hem Buse’ye hem Bülent Abi’ye anlatmak beni epey yordu. Yine de bu çabalarım sonuç vermedi. Buse’yi eve gelmeye, ona bizden bir zarar gelmeyeceğine, benim biraz zihnimin bulanmış olduğuna, kusuruma bakılmaması gerektiğine falan hep Bülent Abi ikna etti.

Duş alma, temiz eşofman giyinme, yemek yeme aşamalarından Buse de geçti. Bülent abi kesin yengeç burcuydu. Ben bir köşeye sinmiş hiçbir şeye dâhil olmamaya, böylece hiçbir şeyi bozmamaya uğraşıyordum. Sabaha doğru ellerimizde taze demlenmiş çaylar, hafiften aydınlanmaya başlayan gökyüzü dolayısıyla zifiri karanlıktan laciverte dönen göl manzarasına karşı terasta hep birlikte oturuyorduk.

Sessizliği Bülent Abi bozdu.

“Kıralim, aslanım; bu hastalık süreci, karantina meselesi sadece seni değil, hepimizi gerdi. Hepimiz yeni şeylerle karşılaştık. Sen de ekşi mayalı ekmeklere takılmışsın, olur böyle şeyler…”

Buse öfkeyle;

“Olağanüstü durumların çocukluk travmalarını tetiklemesi!” dedi. Çayını tutan ellerine baktım. İncecik bileklerinde morluklar... Yaptığım şeyden utanıyordum.

Bülent abi karşı çıkmadı.

“Hepimizin küçüklükte yaşadığı şeyler var elbette ne zaman, nasıl ortaya çıkacağı belli olmuyor.”

Buse hınçla Bülent Abi’ye dönmüştü

“Küçükken büyük ihtimal fiziksel ya da sözel tacize uğramış. Kendisini ifade edememiş. Kendi benliğinin değil başka bir varlığın rolünü üstlenmiş. Üstelik uğradığı akran zorb”

“Buuuse!” diyerek sözünü kesti Bülent Abi. Sesinde hükmedici bir ton vardı. “Bu teşhisler yeterince bela açmadı mı başına?”

Buse hıncından hiçbir şey kaybetmeden önüne döndü. Alt dudağı hafifçe öne uzamıştı. Kambur bir biçimde oturuyordu. Yere yatsam da paspasmışım diye üzerimden geçseydi keşke, öylesine suçlu hissediyordum kendimi. Ancak saldırırsam kendime gelirdim.

“Belki de kendi ailende yardım edemediğin birileri vardır?” dedim alaycılıkla. “Ya da asla görünmeyen, hiçbir şekilde sözüne itimat edilmeyen biriydin; sen de anlamaya açıklamaya verdin kendini. Ancak böyle görülebileceğine inandın.”

Buse kulaklarına inanamıyormuş gibi bakıyordu bana. Gözlerinde beliren yaşlar beni boğmaya yeterdi. Başa çıkmak için saldırmaya devam ettim.

“Senden talep edilmediği halde, bu kadar yardım etme isteğin neden?” diye hırladım.

Bülent abi gösterişli bir biçimde öksürdü. Hepimiz sustuk. O da ne diyeceğini bilemiyor gibiydi. Ortamı geceden açık kalan Televizyon sesi dolduruyordu.

“Arizona’da yapılan bir araştırmaya göre Koronavirüs’e karşı bağışıklık sistemini zayıflatan besinlerden birinin de glutenli yiyecekler olduğu keşfedildi. Bu buluştan sonra gözler, ülkemizde ve dünya genelinde yapılan Ekşi mayalı ekmeklere çevrildi.”

Hala susuyorduk. Gözlerimi Buse’ye çevirdim, isterse Ekşi maya olsun, dilerse her gün ekşi mayalı ekmek yapsın, devir dönsün, dünya dursun, kovid olmanın modası geçsin, evrendeki son kovid hastasının ben olacağımı da bilsem, tüm travlamalarımla bu kızı seviyordum.

Buse’ye: “Senin yükselenin ne?” diye sordum. Şaşırmıştı.

Bülent abi’ye döndüm:

“Abi sahi sen; Haziran doğumlu musun, Temmuz mu?”