İki bin yirmi yılı. İki bin yirmi kere belalı yıl. İki bin yirmi kere öldüren ama aslında bir kere bile ölememekten öldüren yıl… Doktor olduğuma ilk defa pişman olduğum ama iki bin yirmi kere pişman olduğum yıl…
Gecem gündüzüm birbirine karıştı. Kendim dahil her şeyi unuttum. Sevdiklerime duyduğum hasret de olmasa içimde, kendimi programlanmış bir robot sanmaya başlayacaktım.
O kadar çok hasta vardı ki, yatak ve sedye yetmediği için tahta yataklar, sedyeler yaptırmak zorunda kaldık. Gerçi son zamanlarda azalmaya başlamıştı yeni vaka sayısı. Ki oturup “coronadan önceki hayatım nasıldı? ” diye düşünmek için vakit bulabilmiştim. Tahta sedyelere bakınca bir zamanlar salonun bir köşesine kurduğum hamak düştü yadıma. Üzerine uzanıp gece geç saatlere kadar kitap okuduğum hamak. Sonradan eşimin dırdırlarına dayanamayıp dağdaki tahta kulübeme götürmüştüm hamağımı. Özlemişim...
“Ne yapsam ne yapsam
Bir hamak alıp sallansam
Kurtulur muyum bunalımdan
Hamakta sallansam” şarkısını mırıldanmaya başladım. İyiden iyiye neşelenmiştim ki hemşirelerden birisi gelip “Doktor bey, geçen hafta gelen on yedi yaşındaki corona hastası genci kaybettik” dedi. “Kaybettik! ” Kulaklarımda, beynimde çınlamaya başladı. “Kaybettik! Kaybettik!!!…” Sinirlerim bozuldu. Tahtalar, sedyeler, yataklar, solunum cihazları, hemşireler, doktorlar, beyaz önlük hepsi birer canavar gibi görünmeye başladı. Çıldırmıştım. Odayı altüst ettim. Her şeyi parçaladım. Sakinleştirici yapmışlar, uyumuşum. Uyandıktan sonra hırsla doldu içim. Artık kimsenin ölmesine izin vermeyecektim. Ekibimi topladım. Tüm verileri tekrar gözden geçirdik. Artık iki kat, beş kat, on kat değil, bin beş yüz kat daha fazla çalışıyorduk.
Ve gün geçtikçe vaka sayısı azalmaya, hastalar iyileşmeye başlamıştı. Hastaları taburcu edip tahta yatakları attıkça içimde kuşlar uçuşuyordu. Sevinç kuşları…
Haberlerden duyduğumuza göre virüs, diğer ülkelerde de bitme derecesine gelmiş. Bi bitsin şu illet bir sene tatil yapacağım. Doya doya sarılacağım sevdiklerime, eşime, çocuklarıma. Hamağımı getirip yine kuracağım salona. Hem de şarkı söyleye söyleye kuracağım
“Ne yapsam ne yapsam
Bir hamak alıp sallansam…”
O halimi gören eşimin yan yan bakıp, bıyık altından gülümsemesini hayal ediyorum. Gecelere kadar oturacağım. Hamakta sallanıp, kitap okuyacağım. Sahi, gece diye bir mefhum vardı değil mi? Hani şu, sakinliğin en iyi meskeni geceler. Hani bazen acıların hücum ettiği, insana şiir yazdıran geceler. Gündüz kahkahalar içinde boğulan insanın, doya doya ağlayarak içini açtığı geceler. Tek dostun Rab olduğunu anlayıp dualarda kaybolunan geceler… Vay bee geceyi özleyeceğim kırk yıl düşünsem aklımın ucunun köşesinden geçmezdi. Böyle dalmışken geçen seferki ölüm haberini getiren hemşirenin seslenmesiyle irkildim. “Doktor bey” Yüreğim ağzıma geldi “ Yine ne var felaket tellalı? ” diyecektim ki “Dünya genelinde sadece yüz hasta kalmış doktor bey, artık bitiyor” dedi. Ve o gün haberlerden “ Çin'de, corona virüsünü laboratuvarlarında üretip dünyaya yayılmasını sağlayan örgüt üyelerinin yakalanıp idam edildiklerini” öğrendik. Çok şükür rahatladık. 100 hasta, 90 hasta, 65 hasta, 27 hasta… Ve son 10 hasta.
O akşam kendimi halsiz hissetmeye başladım. Gece nefesim daraldı, ateşim yükseldi. Hemen test yaptırdım ve tahmin ettiğim gibi sonuç pozitif çıktı. Hiçbir tedavi sonuç vermiyordu. Öleceğime kesin kanaatim vardı da bari son on hastanın iyileştiğini görseydim. Hergün hastalar hakkında rapor almaya devam ediyordum. Dünyada son beş hasta kalmıştı. Bunlardan biri de bendim.
Günler sonra dünyada, kalan son corona hastası olduğumu öğrenince arkadaşlarıma “Tedavilere cevap vermiyorum, benim sonum belli. Yaklaşık iki hafta sonra ölürüm. Beni dağdaki tahta kulübeme götürün, orada ölmek istiyorum. Aileme ben öldükten sonra haber verirsiniz.” dedim. Ve son dileğim yerine getirildi. Azrail gelene kadar yetecek birkaç parça eşya ile tahta kulübemdeydim. Tabi ki ilk iş hamağımı kurdum, şarkımı söyleyerek. Sonra birden ailemi hatırladım. Onlardan ayrılacak olmak beni üzüyordu. Vedalar acıtır da, meğer böyle veda edemeden ayrılmak çok daha fazla dağlarmış insanın içini…
Ölüm… Kırk yıldır yüzlerce kez karşılaştığım halde ilk defa yüzleştiğim ölüm. Ölümsüz olmadığımı biliyordum ama neden hiç ölmeyecekmiş gibi yaşadım bilmiyorum. Belki de sonumun bu kadar erken olmasını beklemiyordum. Çok yalnız, çok çaresizdim. Böyle, bile bile ölümü beklemek zor geliyordu. Geçen sene, bir aylık ömrü kaldığını öğrenir öğrenmez bir ayın dolmasını beklemeden intihar eden genci şimdi anlayabiliyordum. Ama hayır. Ben öyle yapmayacaktım. İki hafta içinde kendimi Allah'a affettirmem lazımdı. Abdest alıp namaza başladım. Nostalji olsun diye kulubenin duvarına astığım baba yadigarı mealli Kuran'ı bez çantanın içinden çıkarıp okumaya başladım.
“Andolsun ki insanı biz yarattık. Nefsinin ona fısıldadıklarını biliriz. Biz ona şah damarından daha yakınız.” Gece boyu bu ayeti düşündüm. Şah damarından daha yakınken yıllarca O'ndan uzak yaşamak... Bu ne cahillikti böyle…
Tahta kulübenin içinde sabahtan geceye kadar ibadet ediyordum. Gece de hamağa uzanıp uykum gelene kadar kitap okuyordum. Ölüme yaklaşıyordum. Lakin bir gariplik vardı, her geçen gün kedimi daha iyi hissediyordum. Ölüm iyiliği dedikleri bu muydu aceba? Ve nihayet iki hafta doldu. Ölmedim. Birkaç gün daha geçti, ölmedim. İyileşmiş olabilirdim belki de.Yok canım daha neler. Bir hafta daha bekledim. Çok iyiydim. Ölmedim. Gelen giden de yoktu. En iyisi hastaneye gidip test yaptırmaktı. Bisikletime atlayıp şehre doğru yol aldım. Sokaklarda hiç kimse yoktu. Neler oluyordu böyle? Yoksa corona yeniden mi başlamıştı, yine mi karantinadaydı insanlar? Hastaneye geldim. Otomatik kapı açık kalmştı. “Arızalı herhalde” diye düşündüm. Kimseler yoktu ortalıkta. Bütün katlara çıktım, bütün odalara baktım, kimse yok. Kimse yok! Dışarı çıktım. Caddeler, yollar,dükkanlar bomboş. Bir tane canlı yok. Evime gittim. Kapı açıktı ama evde de kimse yoktu. Televizyonu açtım ekran bomboş. Neler oluyor Allahım? Kabus mu görüyorum? Ya da öldüm de haberim mi yok? Masanın üzerinde eşimin bilgisayarını gördüm. Açtım. İnternet de yok. Eşimin, günlüğünü yazdığı dosyayı açıp baktım. Okuduklarım karşısında şok oldum. “Çin de üretilen özel bir ışınla dünyanın bütün yerleşim yerlerindeki tüm insanların aynı anda buharlaştırılıp yok edileceğine dair haberler yayıldığından” bahsetmişti
Ne? Nasıl yani? Bütün insanlar yok mu oldu? Şimdi ben dünyada, kalan son corona hastası olarak ölümü beklerken, dünyada kalan son insan mı oldum?...