Uyku

Esra Erman

Kelimeler: Hamak- Tahta- Gece

Ek Zorluk (dünyadaki son korona hastası) uygulanmıştır.

uyku

Gözlerimi açıyorum, ahşabın kokusu doluyor ciğerlerime. Bu gerçek, evet. Yüzyıllar geçse de aynı tedirginliği yaşatıyor zihnim bana her uyku seansından sonra. Hayır, seans değil. Değil. Elbette. Uyku bu, sadece, normal bir uyku. Buradayım. Hamağımda.

Hamaktayım. Işığı duyumsuyorum göz kapaklarımda. Güneş ışınları... hafif esintilerle oynaşıyor yüzümde. Rahatla. Rahatlıyorum. Hamağa bırak kendini. Bırakıyorum. Güvendeyim. Hoş, ferah bir gün bugün. Evet öyle. Esintiler... Duyuyorum. Ağaçlar var. Yaprakların gölgeleri düşüyor üstüme. Sallanan, salınan gölgeler. Tahta bir paravan çevreliyor beni. Güneşin hüzmeleri paravandan sızıyor. Yapraklarla örtülü tahta bir çardağın altındayım. Serin. Karanlık şimdi. Gece. Evet. Gece oldu. Uyuyabilirim. Uyuyabilirsin. Güvendeyim. Kızlarım! Onlar da güvende. Korkma. Güvendeler. Uyu. Uyanınca yanında olacaklar, göreceksin. Geçmiş, bitmiş olacak. Dokunacaksın yeniden, koklayacaksın, sarılacaksın sımsıkı, iyi olduklarını, güvende olduklarını göreceksin, sevdiğini söyleyeceksin onlara sımsıkı sarılırken, öperken… evet, öpeceksin, ne kadar çok sevdiğini, çok sevdiğini, sevdi…...

…….ğini söyleceksin defalarca, bilsinler, onları bırakmadığını, geri döndüğünü... Işık. Karanlık bitti. Uyudum mu! Bir sorun mu var? Bitti mi yoksa? Havalandırma çalışıyor, sterilizasyon başlıyor. Tiz bir ses, üç defa tekrarlıyor, uyarı sesi bu, kapı açılacak. Sedyemin havası boşalıyor önce, dolgusu yumuşuyor, sönüyor, sertleşiyor. MYNK’nın (Metabolik Yavaşlatma Nükleer Kapsülü) kapısı açılıyor. Kayıyorum sonra, yavaş yavaş, dışarıdayım. Sevil karşılıyor beni. Uğurladığı aynı sesiyle. Mühendis o. Koruyucu kıyafetleri değişmiş. Bitti mi gerçekten? Damar yolundan kan alıyor hemşire, ardından bir uyarıcı gönderiyor, dengeleyicilerin, besinlerin, ilaçların, serumların içinde olduğu minicik bir tüpü enjekte ediyor koluma. Tanımıyorum onu, yeni olmalı. Giydiriyor beni Sevil. Doğruluyorum. Odanın dışında, camın arkasında, ekranların önünde duran teknikeri görüyorum. Kırmızı bir gömlek var üstünde. Saçları uzamış, kilo almış. İnanıyorum o zaman. Gerçekten bitmiş! Ne kadar oldu? diye soruyorum sandalyeye oturmama yardım ederken Sevil. İşaret parmağını kaldırarak bir diyor. Bir ay mı? diyorum sevinçle. Başını sallıyor. Koruyucu gözlüklerinin ardındaki gözlerinin buğulandığını görüyorum. Bir yıl mı!?!

Yandaki odaya alıyorlar beni. Yürüyebilirim aslında ama uzun süre MYNK’da kalınca yan etkiler görülebiliyor. Benim gibi hastalar için tasarlandı bu odalar, perdeye kadar herhangi bir hastane odasından farkı yok. Perdenin arkasında -odayı boydan boya bölen camekanı saymazsak- bir oturma odası döşeli. Yalnız bir koltuk ve sehpa benim tarafımda. Sevil, sandalyemin başında dikilirken hemşire kanımı test ünitesine yerleştiriyor, değerleri giriyor. Birkaç dakikaya sonuçlar doktorumun ekranında olacak. Rahat mısın? diye soruyor Sevil, başımı kaldırıyorum, gülümsüyorum. Onun işi değil bunlar, ama arkadaşım, yanımda olmak istiyor. Anlıyorum onu, minnettarım fakat korkuyorum da, benim yüzümden hastalanmasını istemiyorum. Salgının ilk gününden itibaren birlikteydik, omuz omuza mücadele vermiştik, o devam ediyor, ben kendi canımın derdine düştüm. Sandalyemin kollarındaki elektrotlardan alınan verilere göre değerlerim normal görünüyor. Sevil’e bakıyorum. Yatağa gitmek yerine onları görebilirim? Gözlerinin kısılmasına bakılırsa gülümsüyor. Tamam diyor, gidip haber vereyim. Çıkmadan önce omzuma dokunuyor.

Sevil’in de yardımıyla sandalyeden kalkıp koltuğa oturuyorum. Sehpada bir sürahi ve bardak var, bir de dijital dosya. Seni yalnız bırakayım, diyor. Teşekkür ediyorum. Sandalyemi koltuğun arkasına bırakıp çıkıyor. Sevil’de bir tuhaflık seziyorum. Bir şey saklayan insanların tedirginliğine benziyor hali. Korkuyorum hemen, sesleniyorum arkasından. Efendim diyor. Geri dönüyor bu arada. Herkes iyi değil mi diyorum, kızlar, eşim, annem, herkes? Tekrar başını sallıyor öne arkaya hızlı hızlı, kısılıyor gözleri. Rahatlıyorum. Her şeyi kötüye yoruyorsun diye kınıyorum kendimi. Dosyayı alıp incelemeye başlıyorum. MYNK’ya girmeden önce tembihlemiştim, unutmamışlar. Tarihler ilişiyor gözüme. 2059 yazıyor çoğunda. Duruyorum. İndiriyorum dosyayı kucağıma. Dudak büküyorum. Bir yıldır, tam bir yıldır burada değildim. Gözümün önünde duran oda, nesneler, her şey siliniyor bir bir, kızlarım yerleşiyor onların yerine, her yeri dolduruyorlar, her köşeyi, sesleri duvarlarda yankılanıyor. Tekrar tekrar düşüyor, ağlıyor, uyuyor, uyanıyor, küsüyor, gülüyor, kahkaha atıyorlar. Kollarını uzatıyorlar benim olmayan kollara, başka kucaklara uzanıyorlar. Saçmaladın yine. Annen o, senden güzel bakıyor biliyorsun. Biliyorum. Sanki onları o büyütmedi. Büyüttü tabii. Sen çalışmıyor muydun? Tamam. Ölebilirsin ayrıca. Biliyorum. Onları bu kadar seven biri olduğu için şükretmek yerine sızlanıyorsun. Şükrediyorum. Sızlanmıyorum. Biliyorum elbette, yine de duygulanıyor insan, bunca zaman... Kırılıyorum kendime bu kadar acımasız olduğu için, kendime acıyorum, yalnız hissediyorum. İnsana kendi bile şefkat göstermezse... bunu söylemeyeceğim. Epidemiyolojik değerlendirmeleri, süreci, vakaları, araştırmaları geçiyorum çabucak, sonuca geliyorum, yaslanıyorum arkama, birkaç sayfalık bölümü tek seferde okuyorum. Aşıda, insanlı deneylere geçildiğini, pandeminin bittiğini, epidemik seyrettiğini, dört aydır yeni vaka görülmediğini öğreniyorum. MYNK’da tedavi gören vaka sayısı onlu hanelere inmiş bizde. Dünya genelinde de aşağı yukarı aynı veriler. Doktorum giriyor camın diğer yanındaki kapıdan, toparlanıyorum. Üstümde uzun bir hastane önlüğü, ayağımda pufidik terlikler. Uzun ve bol bir önlük, yine de rahatsız edici. Dosyayı bırakıp gülümsüyorum ona. Pandemi sürecinin başında gelmişti, çok tanımıyorum ama işinin ehli, MYNK’ya girmem için o ikna etti beni. Çok hızlı ilerliyordu biliyordum, başka seçeneğim olmadığını da biliyordum ama kızları bırakıp… Oturuyor tam karşımdaki koltuğa, başıyla selamlıyor. Hoş geldin diyor, nasılsın? Odanın köşelerindeki vericilerden gelen sesini duyuyorum. O taraftan, bu tarafa geçmeyince anlaşılmıyor bazı şeyler. Dünya, hep tepetaklak. Dünya yuvarlak diyor kendim, ne bekliyordun? Cevap vermiyorum. Konuşmuyorum onunla.

İyi hissediyorum diyorum, siz söyleyin, nasılım? Meslektaşız, diye cevap veriyor gözlerini dosyasına kaçırarak. Direkt konuya gireceğim bu yüzden. Bir senedir kapsülde olduğunu öğrendiğine göre bir terslik olduğunu anlamışsındır. Şimdi yüzüme bakıyor. Bir terslik olduğunu anlamıştım evet, en ileri, en ölümcül vakalar bile aylar içinde taburcu oluyordu doğru, ama uzun sürdüğünü düşünmüştüm sadece, hala hasta olduğumu… hayır böyle anlamamıştım. Ağladığımı duyuyorum için için, güçlü kalmalıyım. Elindeki dosyayı aramızdaki camın yüzeyine açıyor. Durumumu gösteriyor, gün gün, ay ay izlediğim seyri, diğer vakaların verileriyle karşılaştırıyor verilerimi. Patojen olduğu gibi duruyor, hatta virüs yüküm öyle artmış ki Şekeradam gibi hissediyorum kendimi, ağzımı açsam virüsler çıkacak sanki içinden vızıldayarak… ağzımdan burnumdan gözlerimden kulaklarımdan. Bunca zaman geçti, neden bağışık yanıtı oluşmamış, neden organlarda bozulma yok, peki neden iyileşemiyorum? Üstelik benim dışımda MYNK’da tedavi gören son onüç hastanın da sadece dört ay önce enfekte olduklarını öğreniyorum.

İleri evre kanser hastaları için geliştirilmişti MYNK’lar. Kanser hücrelerini seçtiği gibi, virüs, bakteri v.s patojenleri de seçebiliyordu. Hücresel seviyede metabolik yavaşlatma için tasarlanmıştı kapsüller, içine konulan beden için bir bakıma zamanı durduruyordu. Bu sayede virüs ilerleme şansını bulamadan tedavi ediliyordu. Salgın başladığında çok kayıp verdik. Virüs çok agresifti, sepsis gelişiyor, bağışıklık devre dışı kalıyor, organlar çöküyordu. Birkaç gün gibi kısa bir süre içinde çoklu organ yetmezliğinden hastaları kaybediyorduk. Birkaç haftada milyarlarca insan ölmüştü dünya genelinde, toplu mezarlarla dolmuştu ülkeler. Ne yapacağımızı bilemez haldeydik. Cerrahpaşa’da bir onkolog akıl etti önce MYNK’yı, enfekte olan gönüllü hastalarda uygulamış güzel sonuçlar almıştı. Sağlık Bakanlığının direktifiyle pozitif vakaları vakit kaybetmeden kapsüllere nakletmeye başladık. Kapsül üretimi, ihtiyacı karşılamak üzere artırıldı. Bu sayede çok kısa sürede toparladık. Dünya da arkamızdan geldi.

Bütün dünyayı iyileştiren, neden benden el çekiyordu! Ağlıyor hala. Sus artık. Burada teselli etmen ya da kızman ya da aşağılaman gerekiyordu, sus! İmmun sistemin anlamadığımız bir nedenden direnç gösteriyor diyor doktorum, biliyorsun her hastalıkta cevapsız alanlarla karşılaşabiliyoruz. Onu dinlerken göğsüme eğdiğim başımı sallıyorum. Yarın tekrar kapsüle alacağım seni diyor. Kapsülün etkisi ancak yirmibeş saat sürüyor, biliyorum. Sustuğumu görünce ekliyor, ama araştırıyoruz merak etme. Güven bana, yanıt almaya başlar başlamaz çıkaracağım seni. Dudaklarını birbirine bastırıp başıyla selamlıyor beni başka bir şey söylemeden, söylenecek bir şey yok çünkü. Yine de ağırdan alıyor çıkmadan önce, kapının kolunu çevirirken dönüp bakıyor belki bir şey sorarım diye. Gülümsüyorum.

Gülümsemeyi sürdürmem gerekiyor. Kızlarım gelecek. Sevil yanımda olsaydı, durdursaydı onları, hemen haber vermesini söylemeseydim. Toparlanmak için zamana ihtiyacım var. Ağlamak istiyorum. Kapı yeniden açılıyor. Eşim. Yalnız. Kapıyı kapatıp hızlıca yanıma geliyor, ellerini cama yaslıyor, yaşlanmış sanki, yanakları çukurlaşmış, gözleri de, kıyamam. Ellerimi ellerinin üstüne koyuyorum. Gülümsüyorum ona kocaman, bakışlarını kaçırıyor. Ağlamak istiyordum oysa, ona ağlayabilirdim, onun yanında güçsüz olabilirdim, annemin yanında olamazdım, kızlarımın da, şimdi onun yanında da olamıyorum, kıyamıyorum. Yakışıklı diyorum en neşeli sesimle, bırakmıyorlarmış beni duydun mu? Yutkunuyor önce, gözlerini kapatıp açıyor, olsun diyor, azıcık daha uyu, dinlenirsin hem. Orada uyumuyoruz aslında biliyorsun değil mi? diyorum uyuzluk olsun diye. Gülümsüyor o zaman. Dudağının sağ kenarı hafifçe yukarı kalkıyor gülümserken. Özledim seni, diyorum. Ben de diyor. Susuyoruz. Ellerimi çekiyorum, oturuyorum tekrar, o da doktorun kalktığı koltuğa oturuyor. Annem kızlarla dışarıda diyor, çağırayım istersen? Çağır diyorum, söyleyecek söz bulamaz böyle zamanlarda, anlıyorum.

Onlar çıkınca çöküp kalıyorum koltuğa, bağıra bağıra ağlıyorum hangi birine ağlayacağımı şaşırmış halde. Ne kadar büyümüşler diye düşünüyorum ağlıyorum. Küçük kızımın beni görünce verdiği tepkiyi düşünüyorum ağlıyorum. Nasıl huysuzluk ettiğini, gitmek istediğini, ağladığını, ablasının ona annelik ettiğini, mahzun gözleriyle eteğini düzeltip durduğunu, küçük süzgün yüzünü, her birini düşünüp ağlıyorum. Küçüğü dört, büyüğü altı yaşında olmuş, okula başlayacak bensiz. Buna da ağlıyorum. Ağlayacak o kadar çok şey var ki, küçüğüm bana küsmüş, büyüğümün boynu bükülmüş. Süslenmişler bir de, hiç görmediğim yeni giysilerle gelmişler. Her şey acıklı, her detay kalbimi burkuyor. Eşimin düğüm düğüm boğazıyla hayalet gibi duruşu, annemin gizli gizli gözyaşlarını silişi. Oysa mutlu bir buluşma olacaktı bu. Çıkacaktım buradan. Kavuşacaktık. Gözyaşlarım bitene kadar ağlıyorum. En son çocukken böyle ağladığımı hatırlıyorum. Kaybolmuştum. Kimseyi yaklaştırmamıştım yanıma. Yaklaşmaya kalkan olunca çığlık çığlığa bağırmıştım. Bir ağaca sarılmış annem gelene kadar tepine tepine ağlamıştım.

Sevil geliyor bu sırada, yemek almış, camın iki yanındaki sehpaları birleştirip birlikte yiyoruz, karşılıklı. Ben yokken dünyada olanları anlatıyor, hastanede olanları… giden personeli, gelenleri. Akşama kadar oturuyoruz orada, moral veriyor bana, gülüyoruz, bol bol, sabahki kadar acıklı gelmiyor hiçbir şey, kızlarımın durumu bile. Ümit veriyor bana yeniden. Neden birdenbire bu kadar düştüm anlam veremiyorum şimdi, şimdi iyiyim. Eşimle aramıza giren o tanımsız uzaklık bile anlamsız geliyor gözüme. Telefonunu istiyorum Sevil’den, eşimi arıyorum, neşelendiriyorum onu da, romantiklik bile yapıyorum. Kızlarla görüşüyorum sonra, iyi ki yapıyorum, herkesi iyi görüyorum, herkes neşeli. Atlatmışlar demek ki. Küçüğüm bile görüşürüz anne diyor kapatırken, görüşürüz anne. İyi geliyor bu. Çok, çok iyi geliyor. Gece sabaha kadar masal okuyorum, hepsini kaydedip eşime gönderiyorum, bu sefer beni unutmalarına izin vermeyeceğim. Her kayıt sonrasında eşimle konuşuyorum, ikimize de iyi geliyor bu. Sabaha kadar buradayım, gerçekten burada. Gerçek olamayacak kadar güzel bu.

Sabah yine konuşuyoruz Sevil’le. Hazırlıyor sonra beni. Kapsüle girmeden önce görüşmek ister miyim diye soruyor. Torpilliyim. İki kere vedalaşmıştık ama dayanamıyorum. Arıyorum. Kızlar sevinç çığlıklarıyla karşılıyorlar beni, bu sefer tutamıyorum kendimi, ağlıyorum. Sevil alıyor telefonu, kızları oyalıyor, toparlanıyorum. Onları üzmeden, gülerek, moral vererek veda ediyorum. Huzurla uzanıyorum sedyeye. Üç kez tekrarlanan uyarı sesini duyuyorum, el sallıyorum Sevil’e. Sedye kayıyor, içeri giriyorum, bu sırada şişiyor sedye, doluyor, vücut şeklimi alıyor, kapatıyorum gözlerimi. Huzuru çağırıyorum. İlk kez MR’a girdiğimde neredeyse klostrofobi geliştirmiş, boğuluyorum sanmıştım da, kendimi rahatlatmak için bulmuştum bu yöntemi. Hamaktayım. Güneş vuruyor yüzüme, esintileri duyuyorum. Denizin kokusunu da. Çardağa bir kuş konuyor, ağaçtan kalkan başka bir kuş dalları sallıyor, gölgesini duyuyorum yüzümde. Gece oluyor. Serin, taze bir gece. Uyku çağırıyor, yorgunum, hemen uyuya…..

…….bilirim. Aydınlanıyor gece. Havalandırma çalışıyor. Uyarı sesini duyuyorum. Sedye boşalıyor, kapı açılıyor, çıkıyorum. Sevil değil bu, kim bilmiyorum. Sevil’in selamı var diyor, dün doğum yapmış, yoksa o karşılayacakmış. Sanki hiç zaman geçmemiş gibi şaşırıyorum bu habere. Kırılmıştım birazcık, geçiyor. Seviniyorum. En az dokuz aydır kapsülde olduğumu idrak ediyorum birden. Korkuyorum, öfkeleniyorum sonra, birdenbire öfkeleniyorum. Ne kadar süre geçtiğini sormuyorum ona. Bütün kontrollerin bitmesini sabırla bekliyorum.

Dosya yok bu sefer. Beklerken tırnaklarımı yiyorum. Bilmesem daha dün burada olduğuma yemin edeceğim. Doktorumun seyrelmiş saçları, kırlaşmış sakalları yalanlıyor beni. Öfkem büyüyor. Tarihi soruyorum direkt. Bir sene, maksimum sınır, biliyorum. Kabalığımı hoş görüyor, nezaketle cevaplıyor sorumu, dosyamı açıyor. Bilinen tedavilerin hepsi yanıtsız kalmış, aşı uygulanmış, plazma uygulanmış, her şeyi denemişler ama virüs yüküm gittikçe kabarmış. Ağlamaya başlıyorum. Gösteriyor, anlatıyor, açıklıyor, teselli ediyor, konuşuyor durmadan, yapabilse camı aşıp sarılacak bana, ben sadece ağlıyorum. Bağırıyorum sonra, bir daha girmem oraya diyorum, kızlarımın bana ihtiyacı var, zaten bir işe yaramıyor, organlarım iyi durumda, burada tedavi olurum. Bunları konuştuk diyor şefkatle, organların hasar görmedi çünkü enfekte olduğunun ertesi günü girdin kapsüle. Yarın dışarıda kalırsan ilerleyecek, bir haftaya kalmadan… susuyor. Kızlarını düşünüyorsan diye devam ediyor yalvarır gibi, haftaya mezarında ziyaretine gelmelerine izin verme! Kalkıyor. Hayır diye bağırıyorum, benim hayatım, bu riski alacağım. İmzalarım ne isterseniz, girmeyeceğim oraya. Cevap vermiyor, çıkıyor odadan. girmeyeceğim diye bağırıyorum arkasından. Cam sürahiyi kaldırıp cama fırlatıyorum, bardağı da. Hırsımı alamıyorum. Kırılacak başka bir şey arıyorum, bulamıyorum. Tekrar ağlamaya başlıyorum. Eşim geliyor. Koruyucu kıyafet var üstünde. Sarılıyor bana, kollarına saklanıyorum, ağlıyoruz birlikte.

Kızlar geliyor sonra. Öyle candan ki ikisi de, sanki kısacık bir ayrılıktan sonra eve dönmüşüm. Hayata döndürüyorlar beni. Kendime geliyorum. Okuma yazmayı öğrenmiş kızım, bana mektup yazmış. O mektubunu gösterirken camın arkasından, küçüğü çizdiği resmi uzatıyor, didişiyorlar, kahkahalarla gülüyoruz. Oyunlar oynuyoruz birlikte, şarkılar söylüyoruz, Güle oynaya ayrılıyorlar yanımdan. Okumamı istedikleri hikaye ve masalları da bırakıyorlar giderken. Eşim hastanede kalıyor, karşımda, camın arkasından da olsa yanımda, çocukların görüntülerini çekmiş, her hafta, kısa kısa, günlük gibi, onları seyrediyoruz. Masal okuyorum, konuşuyorum onlarla, onları ne kadar sevdiğimi söylüyorum, eşim her şeyi kaydediyor. Arada dinleniyorum, konuşuyoruz, gülüyoruz, geçen sene bunu yapamadığı için bütün sene pişmanlık duyduğunu itiraf ediyor, ağlıyoruz arada, çoktan ikna olduğumu fark ediyorum sabah olduğunda. Neden, eşime içeri girmesi için izin verdiklerini o zaman anlıyorum.

Sonraki sefer işe yaramıyor ama bu taktik, kimseyi dinlemiyorum. Sadece üç gününü yaşamışken, üç seneme mal olduğu gerçeğini değiştiremiyorlar. Üç yaşında bıraktığım kızımın altı yaşına geldiği gerçeğini. Ne olursa olsun, o riski alıyorum. Doktorum ben, neye bakacağımı, ne yapılacağını biliyorum, yüzlerce vakayı tedavi ettim. İki gün üst üste görüyorum ailemi, saatler geçiriyoruz birlikte. Sevil de geliyor ikinci günün akşamı, oğlunun resimlerini gösteriyor, hakkımda yazılmış yerli yabancı bütün makalelerin çıktısını almış, ünlü olmuşum. Gülüyoruz. Dosyama bakıyor çaktırmadan, konuyu açmaya çekiniyor ama açacak biliyorum. Eşimi küstürdüm neredeyse Sevil diyorum içimden, yorma kendini.

Neden buradayım. Neden soktular beni buraya! İstemiyorum demiştim! Buna hakları yoktu. Bunu yapamazsınız! Yapamazsınız! Çıkıyorum. Sevil karşılıyor beni. Sevil diyorum, neden izin verdin beni buraya sokmalarına, istemiyorum demiştim! Doktorumu görüyorum kontrol masasında, bağırıyorum. Bunu yapamazsın diyorum, buna hakkın yoktu! Ayağa kalkmaya çalışıyorum, başım dönüyor. Bir senemi daha aldın benden, yapamazsın. Ağlıyorum. Sakinleştirici veriyorlar diğer şeylerin yanında. Kendime geldiğimde öğreniyorum. Septik şoka girmişim. Sevil varmış yanımda, hemen hazırlamış kapsülü, ilk müdahalenin ardından apar topar koymuşlar. Kızlarıma video bile çekememiştim. Unutmuşlar mıdır beni?

Doktoru bekliyorum yine, mecburen. Daha dün buradaydım demiyorum. Oda yenilenmiş. Doktorum giriyor. Tanıyamıyorum önce, epey yaşlı görünüyor, ne olmuş böyle? Seni kaybedeceğimizden korktuk diyor gülümseyerek. Kaybetmediniz işte, buradayım diyorum dişlerimi sıkarak. Bütün öfkeni ona yöneltiyorsun, adamın günahı ne? Ne yapayım, kime yönelteyim, ne yapayım! Bir şey düşünüyormuş gibi bakıyor yüzüme, iğnelememi fark etmiyor. Şimdi söyleyeceklerim seni çok zorlayacak diyor, sakin olmanı istiyorum. Korkuyorum, çok korkuyorum öyle söyleyince, öfkem uçup gidiyor birden. Sussun istiyorum, konuşmasın, bir şey söylemesin! Söylüyor. Septik şokun bıraktığı hasar küçüktü ama tahmin ettiğimiz gibi gelişmedi, üzgünüm diyor. Şimdi her iki nedenle de kapsüle zorunlusun. Çıktığım kapsülün farklı olduğunu hatırlıyorum o sırada. Dosyayı açıyor. Şansına o yıl geliştirildi bu modeller diyor, durumun çok daha kritik. Şansıma ha! İyi ki sakinleştirici vermişlerdi, yoksa yemin ederim delirirdim. Deliremiyorum bile, ON senedir kapsülde olduğumu öğreniyorum ama deliremiyorum.

Kızlarım, küçük kızlarım birer genç kız olmuşlar, bebeklerim benim. Parmaklarımla sayıyorum. Tam beş gün önce minicik kızlardı biliyorum. Ağlamıyorum ama, kabulleniyorum. Nasıl bilmiyorum ama kabul ediyorum. Annemin beli bükülmüş, ağlıyor hıçkıra hıçkıra. Yenildim anne diyorum içimden, teslim oluyorum. Bir tek eşim şaşırtıyor beni, geçen on yılda gençleşmiş sanki, giyim tarzı da değişmiş, anlıyorum hemen nedenini. Kızlarıma bakıyorum, gözlerine bakıyorum, babalarına yakın duruyorlar, temas halindeler, gülümsüyorlar. Sorun yok diyorum. Onlar için sorun değilse benim içinde olmamalı. Bunu da kabulleniyorum. Onbeş yıldır yokum hayatında, daha fazla üzemem onu, iyi bir adam o, hem de çok iyi bir adam. Mezarda gibi hissediyorum kendimi. Etrafımda bir dünya akıp gidiyor, ben burada duruyorum. Bayramdan bayrama ziyaret edilen ölüler gibiyim.

Sabaha kadar yanımda kalıyorlar, yeni döşenmiş misafir odamda. Eşimi gönderiyorum kimseye sezdirmeden. Kız gecesi yapacağız diyorum, kız kıza dertleşeceğiz. Göz kırpıyorum. Hiçbir şey anlamadan gidiyor. Kızlarla hemen yakınlaşıyoruz, büyümüşler artık. Annem uyukluyor arada, biz fısıldaşıp gülüşüyoruz. Sabaha karşı açılıyorlar iyice, sırdaş oluyoruz. Ayrılırken hep birlikte ağlaşıyoruz. Yarın olsun istiyorum hemen, yarın akranım olacak kızlarımla tekrar buluşayım. Hazırlıklar sırasında hiç durmadan akıyor gözyaşlarım, bütün gece içime attığım her şeye ağlıyorum. Yarın göreceksin. Her gün görüyorsun! Ya hasret çekseydin? Çekmiyor muyum? Küçük kızlarım yoklar artık! Hasretlerini çekiyorum, bunlar onlar diyemiyorum! Bunlar da benim ama onlar da benimdi. Onları elimden almışlar gibi hissediyorum, kaybetmişim gibi... hiç dinmeyeceğinden korkuyorum.

Büyük kızımla aynı yaştayken uyanıyorum. Yirmi dokuz olmuş. İki çocuk annesi, ikisi de erkek, onları da getirmiş, damadımı da. Küçük kızım da nişanlanmış. Sabahtan haber veriyorlar, kıyafet bırakmışlar, hazırlanıyorum. Tanışıyorum hepsiyle. Bayram ziyareti gibi geçiyor günümüz, mezarın içinde değil, dışında hissediyorum bu sefer. Büyüğüm gidiyor, çocukları var artık, annemle küçüğüm kalıyor, sabahlıyoruz.

Ertesi gün annemsiz geliyorlar. Küçüğüm otuzaltı yaşında. Benden yedi yaş büyük. Onun da iki kızı olmuş, biri sekiz, diğeri beş yaşında, küçüğüne annemin adını vermiş. Kızlarıma benzetiyorum onları, iki kere seviyorum. Büyüğümün de bir kızı olmuş, çok şükür. İlk ikisi delikanlı olmuş. Hepsini yolculayıp birlikte geçiriyoruz yine o geceyi, annem için birlikte ağlıyoruz. Annem, onların da annesi. Üst üste bu kadar şey yaşayıp nasıl dayandığımı bilmiyorum. Beni yaşattıklarını sanıyorlar. Akıl sağlığım kimseyi ilgilendirmiyor. Yalnız beden sağlığımı önemsiyorlar.

Üç gün sonra, küçük kızımı kaybettiğimi öğreniyorum. Altmışbir yaşındaymış. Dört gün sonra da büyüğünü. Yetmişdördünü görmüş. Torunlarım geliyor ziyaretime sonraki günlerde, hepsi olmasa da illa bir gelen oluyor. Hergün bir önceki günden yaşlı oluyorlar, onları da kaybediyorum bir bir. Kimsem kalmıyor. Uyandırmayın beni diyorum, öldürün ya da. Öldürmüyorlar, hala yaşıyorum. İki hafta içinde yaşamak için çok fazla bunlar, çok fazla acı var! Ondört gün değil, yüzon yıl geçmiş gibi davranıyorlar, beni anlamaya çalışmıyorlar. Yönetimler değişiyor, hastaneler değişiyor, doktorlar değişiyor, dünya değişiyor, ben on yılda bir gün yaşamaya devam ediyorum.

Birgün, yeni bir doktor karşılıyor beni kapsülümün dışında. Deneysel bir tedavi öneriyor. Hemen kabul ediyorum, ne olduğunu dinlemeye bile gerek duymuyorum. Ya iyileşir, yirmidokuz yaşında kalmaktan kurtulurum, yaşlanır vaktim gelince ölürüm ya da tedavinin başarısız olması halinde (ki bu daha işime gelir) hemen ölürüm, iki türlüsü de kabülümdür, yeter ki öleyim. O gün, günler sonra ilk defa hamağı çağırıyorum yeniden. Gözlerim kapalı güneşi duyuyorum yüzümde. Esintileri dinliyorum. Gece olsun istiyorum hemen, karanlık olsun. Uyuyayım. Gece oluyor, serin… Uyuyorum.

Uyandığımda sallanıyor hamak hafiften, gözlerimi gezdiriyorum karanlıkta. Orada uyanmaktan hala korkuyorum. Hoplayarak iniyorum hamaktan. Her şeyi, her yöntemi denedim. Başka yerde uyuyamıyorum. Kulübemin camlarını açıyorum. Abdest alıyorum. Bahçeye çıkıyorum güneş doğmadan, çardağın örtüsünü kaldırıyorum. Mezarlığın çiçeklerini suluyorum önce, sonra sebzelerimi. Namazımı kılıp kuran okuyorum kızlarımın başında, torunlarımın, annemin…Dörtyüz yıl önce buraya taşıdım hepsini. Onlar orada bekliyor ben burada kıyameti. Güneş doğuyor. Kubbe kırıklarından yansıyan ışınlar gözümü alıyor yine. Kırılalı yüzyirmibeş yıl oldu. İyi dayandı yine de. Az biraz parça kaldı. Kimse yok ki temizlesin. Göktaşı yüzündendi. Hayır deprem. Evet, depremdi. Beşinci Dünya Savaşında terkedilmişti zaten, depremde kırıldı. Göktaşı daha önceydi. Epey uzağa, düşmüştü. Işıl ışıl yanmıştı gece. Amma uzattın. İyice delirdin yalnızlıktan, kendi kendine konuşuyorsun. Önceden de böyleydin gerçi. Yalnız değilim. Kızlarım yanımda, az kaldı kavuşacağız. Allah kavuştursun. Her türlü ölürüm sandın, ne idüğünü bilmeden atladın deneysel tedavi diye, ölemiyorsun işte. Aman diyorum, başka bir şey deme! Allah kavuştursun.