Cennette Karantina

Ayşe Akan

Bugünkü test sayısı: 65100

Bugünkü vaka sayısı: 0

Bugünkü ölen sayısı: 0

Bugünkü iyileşen sayısı: 20000

Akşamın serininde fosforlu yenidünyalara, fosforlu eriklere ve fosforlu kirazlara bakarak aheste aheste bir o yanaaa bir bu yanaaa gidip geliyordu. Nefesi daralıyordu ama huzuru yerindeydi. 80 gündür hiç evden çıkmamıştı. Ona koymazdi. Bu evrende, bu dünyada, bu ülkede, bu şehirde, bu sokakta, bu evde, bu bahçede, bu hamakta tek başındaydı. Tüm "bu"nları teker teker düşünmüştü, bir başınaydı. Şu hamakta tek olmanın nesi kötüydü ki? İstediği zaman yatar, istediğinde kalkardı. Bahçedeki tüm fosforlular kendisine aitti. Yediğini yer, yemediğini hayrına dağıtırdı. Kendi hayrına.. Hayrı bile bölüşeceği kimse yoktu çünkü. Bu bahçeyi kendi eker biçer, hasatını kendi toplar, konuya komşuya da kendi dağıtırdı. Her şey tek başına onundu. Yalnızlığını seviyordu. Zaten evinden hiç çıkmazdı. Yazları bu bahçede hamağın koynunda geçirirdi. Dışarıya pek işi düşmezdi. Düşünce de aceleyle halleder, hemen evine kaçardı. Eve gelince baştan aşağı kapıda soyunur yıkanır paklanırdı. Biri ona dokunduysa ya da o birine dokunduysa(bu pek rastlanır şey değildi) eve gelene kadar panikle dolanır, eve gelince de temas edilen yerin icabına bakardı. Evinde her şey baştan aşağı tahtadandı. Kapı pencere, kap kaşık.. Bardakları çamdı, oturakları ceviz. Bahçede de her şey tahtaydı. Bunun en faydalısı olduğunu düşünür, kendini iyi hissederdi. O yüzden "dünyayı etkisi altına alan korona virüs" onu etkisi altına almakta epey gecikmişti ona göre. Hastalıkla birlikte herkesin kendisi gibi yaşamaya başlaması hoşuna gidiyordu. Sanki tüm dünyayı ele geçiren hastalık korkusu değil de kendisiydi. Oturup bir ütopya yazsa anca bu kadarını hayal edebilirdi. Kimse kimseye dokunmuyor, kimse kimsenin yanında oturmuyor, her yer limon asiti kokuyor, her yer klorak.. Hele sokağa çıkma yasaklarına bayılıyordu. Yasaklı günlerde sokağın kokusu bile değişiyordu, tüm dünya sanki kendine inşa ettiği bu tahtadan cennet gibi kokmaya başlıyordu.

Hastalıktan pek memnundu. Kendisine değip dokunmayacağına emindi sanki. Koronanın iyi bir virüs olduğunu hissediyordu. Herkesi kabuğuna itip, doğanın istirahatine sebep olduğuna inanıyordu. Koronanın tarafındaydı.. Koronaya yakalandığını anlayana kadar...

....

Bir ikindi vakti yine kuşların yoluna ekmek kırıntıları dizip hamağına uzandı. İkindi güneşinin her gün vurduğu yere kurmuştu hamağını. Güneşten kısılmış gözlerle kuşların ekmeğe hücumunu izlemek büyük zevkti onun için. Gülümseyerek bu anın tadını çıkarırken "Acaba ekmekleri oraya dizme sebebim kuşları doyurmak mı yoksa onların ekmekleri yerken verdikleri görüntüyü seyretmekten duyduğum haz mı?" diye düşündü.

Kumrular gurul gurul itişip kakışıp, hem de konuşup kırıntılarından nasiplenirken kupkuru bir öksürük tuttu onu. Öksürmeye başlamasıyla tekmili birden göklere yükseldiler. Kuru kuru öksürmek mi, sabahtan beri ateşinin olduğunu da düşününce telaşa kapıldı. Hani "Bugünkü test sayısı 65100, Bugünkü vaka sayısı sıfır, bugünkü ölen sayısı sıfır, bugünkü iyileşen sayısı 20000"di. Hani tüm dünyada ve ülkemizde korona virüsüne dair bir şey kalmamıştı. Bunları düşünürken göğsü sıkışmaya başladı. İşte nefes darlığı.. Rengarenk cennet bahçesi griye döndü. Hayatını temkinle tedbirle geçirmesi onu koruyamamıştı. Sadece geciktirmişti. Ne yapacağını bilmez vaziyette ağır hasta bir şekilde geçiyordu günleri. Geceleri ızdırabı daha da artıyordu. Ateşi yükseliyor, her nefesi son nefes kadar ızdıraplı oluyordu. 184'ü arayıp kendini ihbar etmeliydi belki ama bu nasıl mümkün olabilirdi. Onu gelip alacaklar, hastaneye kapatacaklardı. Herkesin yattığı yataklarda yatıracaklardı. Herkese dokunan doktorlar ona da dokunacaktı. Hem bakan beye ayıp olurdu. Bitti demişti. Onu yalancı çıkarmış gibi olmasındı. Ateşin de etkisiyle gece gündüz bu düşüncelere gark oluyor, eve giremiyordu. Hastalığı da hamakta geçiriyordu. Günden güne hastalık hafifleyeceği yerde, dayanılmaz bir hâl almaya başlıyordu. Sonunda dayanamadı. 184'ü arayıp kendisini ihbar etti. Telefonu kapatınca hüngür şangır ağlamaya başladı. Böyle mi olacaktı? Keşke aramasaydım, tertemiz evimde şuracıkta ölüp gitseydim diye düşündü ama sonra günlerdir ölmediği geldi aklına. Ölüm de öyle kolayca gelmiyordu ki. Ambulansın sesi duyulmadı ama ışıkları mahalleyi sarmıştı. Gece gece yememiş içmemişler onu almaya gelmişlerdi. Güç bela kalktı yerinden, gitmekten vazgeçmişti. Bari sabahı bekleselerdi diye düşündü. Bahçede saklanacak yer aradı. Kümese girdi. Bir kaç civciv ezdi, bir tavuk korkuyla gıdakladı. Horoz heryerini gagaladı. Saklanmıştı. Bulamayacaklarını düşündü. Sonra kızdı kendisine, bu kümesi böyle ışıl ışıl yapmanın ne anlamı vardı diye. Bahçenin en tatlı köşesinde parıl parıl parladığını farketti. Hamaktan hiç kalkmasa belki bulamazlardı. Kümese doğru tereddütle gelen beyaz tulumluları gördü. Nefesi iyice daralmıştı. Üç beyaz tulumlunun arkasından bir tombul beyaz tulumlu geldi. Onları geçerek kümese girdi. Başlığını çıkarınca onun, annesi olduğunu gördü. Annesi ona bir bardak su verdi. Suyu içti. Bu suyla tüm sıkıntısına şifa bulmuş gibi oldu. Annesinin dizine başını koyup gözlerini yumdu.