Sol elimde seyyar bir mangal, sağ elimde yiyecek sepeti ve kolumun altında geçen yazdan kalma bir hamak. Çamların arasında yürüyorum, kulağıma bir şarkı çalınıyor. "Yine günlerden son yaz, yine yaşım çocuk."
Gökyüzünde hiç bulut yok. Ona baktığımı görünce sonsuz, masmavi örtüsüyle beni selamlıyor. Alnıma koyup siper ettiğim elimin hemen altından göz kırpıyorum, anında bir rüzgar yüzümü yalıyor. Kuşların sesi cırcır böceklerinin sesine, mavilikler yeşilliklere, içimdeki heyecan ve mutluluk birbirine karışıyor. Her şey fazla güzel. Geriye dönüp eşime baktığımda kalan malzemeleri toplayıp bana doğru yürüdüğünü görüyorum. Gözleriyle tahta bir bank arıyor gibi ama gerek yok. Toprağa oturmak, ona dokunmak istiyorum. Tüm elektriğimi alıp götürsün. Ayakkabılarımı çıkarıp yola devam ederken, bir göl kenarında buluyorum kendimi. Şimdiye kadar yürüdüğüm yol tanıdık değilken burası çok tanıdık geliyor gözüme. Öğrenciyken sık sık gittiğim bir yeri anımsatıyor. Eşime seslenip "Burası güzel, duralım." diyorum. Birbirine yakın iki ağaca hamağı bağlıyoruz. "Beni biraz sallar mısın?" Her zamanki gibi beni kırmıyor. İstediğim her şeyi büyük bir istekle ve heyecanla yapmasına sevinirken, bir yandan da hamağa uzanıp gözlerimi kapatıyorum. Önce aldığım nefese, sonra yanımdakinin varlığına şükrediyorum. Sallandıkça uyku bastırıyor ama bu anın güzelliğini yaşamak istediğim için uyumayı reddediyorum. Gözlerimi açtığımda masmavi gökyüzünün, yerini yağmur bulutlarına bıraktığını görüyorum. İçimi ürperten gök gürültüsü ise ona eşlik ediyor. Eşim yok, piknik malzemeleri yok, göl yok. Koskoca bir ormanda tek başımayım. Bağırıyorum sesimi duyan yok.
-Hanımefendi, iyi misiniz?
-Ne… neredeyim?
-Odanızdasınız. Ateş ölçümünüzü yapmak için gelmiştim, uyandırdığım için kusura bakmayın.
-Yok, siz uyandırmadınız. Kabus gördüm az önce.
-Ateşiniz hala çok yüksek, ondan olabilir. 10 dakika sonra ilaçlarınızı getirecekler. Bir ihtiyacınız olursa yanınızdaki düğmeye basın lütfen, geçmiş olsun.
-Teşekkür ederim.
Hastanedeki doksan beşinci günüm. Nefes alabilmenin ne denli mucizevi bir şey olduğunu anladığım doksan beşinci gün. Bu cihazlara bağlı yaşamaktansa artık ölmeyi dilediğim doksan beşinci gün. Eşimi özledim, evimi, işimi. Her gün haberleri açıp "Kaç vaka var? Kaçı ölmüş? Kaçı kurtulmuş?" diye kontrol ettiğim günleri, kendime hiç konduramadığımı, "Zaten evden çıkmıyorum bana nereden bulaşsın?" dediğimi hatırladıkça, boğazıma düğümlenen şey yutkunmamı ve nefes almamı engellerken gözyaşlarımı engelleyemiyordu.
-Merhaba Gökçe hanım, ilaçlarınızı alma vakti.
-Ne zamana kadar sürecek bu?
-İlaç tedavisi mi?
-Hayır. Burada daha ne kadar kalacağımı soruyorum.
-Kesin bir şey söylemem mümkün değil ancak dünya çapında hastaların epey azaldığını, bir bir taburcu olduklarını söylemem de bir sakınca yok diye düşünüyorum. Bugün itibariyle hastanemizdeki vaka sayısı da beşe düşmüş durumda. Umarım çok yakında siz de eski günlerinize kavuşacaksınız, sadece biraz sabır.
-Beş mi? Ben geldiğimde yaklaşık kaç hasta vardı?
-Sanıyorum yüz küsür hastamız tedavi altındaydı. Üç ay gibi kısa bir zaman diliminde bu azalmayı görmek büyük bir başarı.
-Dışarıda hayat nasıl peki? Eskiye dönmeye başladı mı bazı şeyler?
-Henüz tam olarak değil ancak gerekli tedbirler alınarak normalleşme sürecine girildi. Örneğin sokağa çıkma yasağı yok artık. Birçok meslek grubu da işinin başına döndü.
-Eşimden bir haber var mı peki?
-Kendisi sürekli gelip durumunuz hakkında bilgi alıyor. Hatta sizi görmek istiyor ama ikinizin de iyiliği için buna izin veremeyeceğimizi biliyorsunuz. Yine de çok şanslı olduğunuzu söylemem gerek, gördüğüm kadarıyla eşiniz sizi çok seviyor.
Doktor odadan çıkınca yine ağlamaya başladım. Yanımda olmasına o kadar ihtiyacım vardı ki, düşüncesi bile ağlamama yetiyordu. Birlikte geçirdiğimiz her an ne kadar kıymetli ve ne kadar eşsizmiş diye düşündüm. Bu yıl için yaptığımız tatil planlarını, okumayı hedeflediğimiz kitapları, denemek istediğimiz yeni tatları düşündüm. Sonra tek kaçış yolum olan, öksürük krizleriyle sık sık bölünen bir uykunun kollarına kendimi bıraktım.
Gece olunca ağrılarım artıyor, hastalığın etkisi sanki birden üç dört katına çıkıyordu. Nefes almakta o kadar güçlük çekiyordum ki, bu dört duvar arasında özlemini çektiğim her şeyden uzak, bir başıma ölmek korkusu artık iyice ele geçirmeye başlamıştı beni. İyileşeceğime dair inancımı günden güne yitirirken, "Taburcu olan onca hastadan biri de neden ben değilim?" diye sorguladım. Yine bitmek bilmeyen bir öksürük faslı başlamıştı. Yatağımın yanındaki düğmeye bastım. Birkaç saniye içinde hemşire odama geldi, her gün tekrarladığı işlemleri gerçekleştirdi. Nefes alışverişim düzene girince beni yüzüstü çevirdi ve bir saat bu şekilde yatmam gerektiğini söyleyerek odadan ayrıldı.
Her gece ayrı bir ıstırap, ayrı bir sancı demekti benim için. İşin kötüsü, çektiğim acı sadece fiziksel değildi. Manevi yıpranmışlığım beni daha çok etkiliyordu. Evimde pişirdiğim sıradan bir fasulye yemeğini, saksılara diktiğim menekşeleri, bahar serinliğinde yaptığım gece yürüyüşlerini, önemini o an kavrayamadığım ama hepsi benliğime iyi gelen birçok şeyi özlüyordum. "Tekrar," diyordum, "Tekrar o günlere dönebilirsem eğer, bahçemde koşacak, ağız dolusu gülecek ve yaşadığım her anın kıymetini bileceğim."
Bu şekilde yaklaşık bir ay daha geçirdikten sonra öksürük krizlerimin azalmaya başladığını ve ateşimin de eskisi kadar yükselmediğini fark ettim. Doktorlar da bunun farkındaydı ve her geldiklerinde "Çok az kaldı Gökçe Hanım, sizin çıktığınız gün bu hastanede adeta bayram havası olacak." diyorlardı. Bir gün bunun ne anlama geldiğini sordum, neden diğer hastalar değil de ben? O gün doktorum benden birkaç haftadır gizledikleri gerçeği açıkladı. Dünyada salgın bitmiş, hastanelerdeki hastalar çoktan taburcu olmuş, koskoca dünyada, Türkiye' de, bu hastanede yalnız ben, bir tek ben kalmıştım. İlk duyduğumda algılamam epey zaman aldı. Tepki veremedim. Bir an doktorumun "Tek kaldığınızı duyunca ümitsizliğe düşeceğinizden korktuğumuz için söylemedik ancak artık durumunuz iyiye gittiği için bunu öğrenmenizin vakti geldi." dediğini anımsadım.
-Nasıl yani, bu hastanede tek hasta ben miyim şu an?
-Sadece hastanede değil Gökçe hanım, dünya üzerindeki tek hasta sizsiniz! Yakında siz de taburcu olacaksınız ve bu virüsten sonsuza dek kurtulmuş olacağız.
Başımdaki hemşire dosyama bir şeyler yazarken gözümü açtım. Gelip ateşimi ölçtü.
-Doktor beyle konuşurken bayıldınız Gökçe Hanım. İlaçlarınızı vermek için kendinize gelmenizi bekledim, şimdi daha iyi misiniz?
-Ben… İyiyim. Bir şeyler konuştuğumuzu hatırlıyorum. Son hasta olduğumu söylüyorlardı. Bu doğru mu? Yoksa yine rüya mı gördüm.
-Hayır rüya değil, doğru hatırlıyorsunuz. Tahminimce bir iki hafta içinde sizi taburcu edeceğiz. Durumunuz gayet iyiye gidiyor.
-Teşekkür ederim, rica etsem beni biraz yalnız bırakabilir misiniz?
O gece, sabaha kadar ağladım, bu sefer mutluluktan. Sonunda özlediğim günlere yaklaştığımı düşündükçe içim içime sığmadı. Hep o günün hayalini kurdum, bu hastaneden ayrıldığım, özgürlüğüme kavuştuğum günün hayalini. Şimdiye kadar burada geçirdiğim süreden daha uzun gibi geldi bu süreç. Beklemenin ne kadar dayanılmaz olduğunu bir kez daha öğrendim.
İşte sonunda o gün geldi. Kışın girdiğim hastaneden yazın çıkıyordum. Doktorlarım sabah odama gelip benimle konuşmak istediler. Birkaç cümlenin ardından karşılıklı sustuk. Herkes fazlasıyla yıpranmıştı ve artık duygularımızı kontrol edemiyorduk. Gözlerimizi dolduran sevinç damlaları eşliğinde, birkaç hemşirenin yardımıyla hazırlanmaya başladım. Eşim bugün giymem için bana bir elbise alıp hastane görevlilerine teslim etmiş, onlar da dezenfekte edip kullanıma hazır hale getirmişlerdi. Çiçekli bir elbise. Minik, sarı-beyaz çiçekler ve onları tamamlayan yeşil yapraklar. Elbisemi giydim, saçlarımı taradım, tepeden sıkı bir atkuyruğu yaptım. Artık hazırdım. Dışarı çıktığımda ne ile karşılaşacağımı bilmemek beni daha da heyecanlandırıyordu. Doktorlarımla ve hemşirelerle vedalaştım, hepsine ayrı ayrı teşekkür edip yine geleceğimi, ancak bu sefer bir hasta olarak değil, onları ziyaret etmek isteyen bir dostları olarak burada olacağımı söyledim. Hemşirelere “Kendim yürüyebilirim.” dedim. Ben önde, onlar arkada, gururla odadan çıktık.
Çıkışa yaklaştığımda bir insan kalabalığı gördüm. Birbirlerine belirli bir mesafede duran, kameralarını bana doğrultmuş, heyecanla çıkmamı bekleyen gazeteciler, muhabirler ve hastane personeli. Meraklı gözlerin esaretinde yavaş adımlarla dışarı çıktım. Alkış tufanı. Her ne kadar dünyayla aramda bir maske bariyeri olsa da, gökyüzüne bakıp hasret kaldığım havayı içime çektim. Güvenlikler, mesafeyi koruyamayan gazetecileri uzaklaştırdılar. O sırada, kalabalığın ardında eşimi gördüm. Gözlerinin içi gülüyordu. Hızlı adımlarla bana doğru yürümeye başladı. Ona sarılamayacak olmak çok zor gelse de, yanımda olması bile yeter diye düşünüp kocaman gülümsedim. Karşımda durdu. “Başardın.” dedi. “Başardık.” dedim, arkamdaki süper kahramanlara el sallarken.
Arabada çok fazla konuşmadık. Sadece “Sana bir sürprizim var.” dedi, beni yormak istemediğini bakışlarındaki merhametten anlayabiliyordum. Bir süre sonra eve vardık. Arabayı garaja park ettikten sonra inmeme yardımcı oldu, bir serçeyi avcunda tutar gibi, ürkek ama narin hareketlerle beni bahçe kapısının önüne getirdi.
-Gözlerini kapatır mısın?
-Neden? Ne var bahçede?
-Sürpriz.
- Peki kapatıyorum.
Birkaç adım attıktan sonra bahçeye girdik.
-Açabilirsin.
Karşımda yemyeşil bir bahçe, bahçenin her kenarına dikilmiş rengarenk menekşeler ve henüz meyve vermemiş olan ağaç fideleri vardı. Asıl beni şaşırtan şeyse bahçenin ortasında duran hamaktı. “Ayakkabılarını çıkar istersen.” dedi eşim, tepkimi merak edercesine yüzüme baktı. Çıkardım.
-Bahçeyi nasıl bu hale getirdin? Çok güzel olmuş, çok teşekkür ederim.
-Bir gün seni bu bahçede gezinirken görmenin hayaliyle yaptım her şeyi.
-Hamak... Resmen rüyamdaki gibi.
-Efendim canım, bir şey mi istedin?
-Beni biraz sallar mısın?
Hamağa uzandım. Gökyüzüne bakarken, önce aldığım nefese, sonra yanımdakinin varlığına şükrettim. Sallandıkça uyku bastırıyordu ama bu anın güzelliğini yaşamak istediğim için uyumayı reddettim. Eşime dönüp artık duyması gereken şeyi söyledim.
"Seni çok özledim."