Tavan Arası

Sevda Turan

Gecenin bu saatinde, telefonun feneriyle ezbere bildiğim tahta merdivenleri çıkarken gıcırtısı içime ürperti veriyor, ama tavan arasına çıkmadan bizim çocuklarla buluşamam... İlk zamanlar bu merdivenler gerçekten korkunçtu. Üç yıldır alışmış olmam gerekir fakat alışamıyorum. Bu gıcırtı beni bir maceraya dahil ediyormuş gibi hissettiğim zamanlar da oluyor tabii ki... Nihayet tavan arasındayım, tam otuz üç merdivenle çıkılıyor buraya. İkiye bölünemeyen rakamların tılsımına inandığımdan her gelişimde kendimi yükselmiş bir ruh gibi görmeden edemiyorum. “Ooo… gelmişsiniz.’’ dedi Bay Newton. “Merhaba… siz de erkencisiniz bu gece.’’ ‘’Öyle oldu. Herkesten önce gelip çayı demlemek istedim.’’ Yüzümde küçük bir tebessüm oluştu. Neticede adam gelmiş geçmiş en iyi fizikçilerden biri. Onun çay demlemek için erken gelmesi hoşuma gitti. Doğrusu her zaman ince ve kibar biri olmasının yanında bazen sivri birisi olup çıkabiliyordu.

Merdivenlerin başında, elinde zamanının en iyi zanaatkarları tarafından yapılmış bir kandille Tolstoy göründü. Yaşının verdiği vakar mı bilmiyorum ama hareketleri ağır, sözleri derin ve anlaşılmaz yani birkaç kez dinlemek gerekiyordu, anlamak için sözlerini. ‘‘Hoşgeldiniz Bay Tolstoy.’’ dedim. Kafasını hoşbulduk mahiyetinde hafifçe eğdi. Elindeki kandili masanın üzerine bıraktı. Tavan arası biraz daha aydınlandı. Ardından Hemingway geldi. Ne yalan söyleyeyim bu adamı çekici ve karizmatik buluyorum. Onunla aynı zamanda yaşasaydık kesinlikle onunla evlenirdim. Zaten adam dört kez evlenmiş. Kadınları anlamıştır herhalde. Ne zaman böyle desem aklıma Oscar Wilde’nin ‘‘Kadınlar anlaşılmak için değil sevilmek içindir.’’ sözü gelir. İki cümle arasında karar veremediğim için işime gelen yerde işime gelen kısmını kullanmayı uygun buluyorum.

Peşinden Jane Austen girdi. Gülümseyerek gelip ellerimi tuttu. “Bugün nasılsınız?’’ dedi. ‘‘Teşekkürler, siz nasılsınız?” ‘‘İyiyim” diye cevap verdi gözlerini yüzümden ayırmadan. “Bu gece konuşacağımız konuyu duyunca biraz heyecanlandım. Sizin hoşlandığınız bir beyle ilgili akıl almak istediğinizi söyledi Bay Newton.’’ Arkamda kalan Newton’a dönerek imalı bir bakış attım ama omuzlarını yukarı kaldırıp yüzüme ne olmuş yani der gibi bir ifadeyle baktı. Aslında buradaki herkesi zaten bu konu için çağırmıştım. Jane Austen’ın da bunu biliyor olması o kadar abes değildi. Beni kızdıran Newton’un ne kadar ağzında bakla ıslanmaz biri olduğunu bildiğim halde, ona her şeyi söylememdi. Zihnimi toparlayıp sizi şöyle alayım Bayan Jane diyerek onu yuvarlak masamızda oturmak istediği kırmızı sandalyeye doğru yönelttim kırmızı tutkusunu bildiğimden. Doğruca çay tepsisini hazırlayan Newton’un yanına gittim. ‘‘Neden bu kadar boş boğazsın?” ‘’Abartıyorsun… asla boşboğaz biri değilim, tüm insanların dili vardır ve olup olmadık her şeye konuşurlar. Bırak artık şu ağır abla ayaklarını rica ediyorum.’’ dedi. ‘‘Afalladım, sen ağır abla kelimesini nereden biliyorsun demekten kendimi alamadım?” Güldü. ‘‘Ne demek istiyorsun, İngilizler de kullanır bu sözü.’’ İkimiz de gülmeye başladık. Franz içeri girdi ve her ikimizi de başıyla nazikçe selamladıktan sonra masaya oturdu. Newton: “Şu zavallı gence bak tam bir ümitsiz vaka” dedi. ‘‘Nasıl böyle düşünebilirsin adam Kafka, kitapları dünyaca ünlü olmuş herkes onun hakkında konuşuyor, sempozyumlar veriliyor ve adına ödüller dağıtılıyor.’’ ‘’Birisinin dedikodusu tüm dünyaya yayıldı diye ümitsiz bir vaka olamaz mı? Ayrıca sizin çağınızın insanları söylentilere aldanan sıradan insanlar. Bir kilometre öteden bu adamın gözlerindeki derin kederin onu hasta ettiğini söyleyebilirim.’’ ‘‘Bence sen dürüst olacağım diye atıp tutuyorsun.’’ “Hahhh... Doğruyu söyleyince gördüğün gibi dostların bile dokuz köyden kovuyor. Adam hasta diyorum gerçekten, görünüşünden anlamıyor musun?” Şaşkınlıkla yüzüne bakarak “hayır!” dedim. ‘‘Offf gerçekten de saflığını insanlara dik tavırlar sergileyerek kapatıyorsun yoksa dünya üzerinde tanıyıp tanıyabileceğim en saf insanlardan birisin.’’ Kocaman gözlerle Newton’un hakkımdaki değerlendirmelerini dinlerken, konuşmasını sürdürdü. “Şunun yüzündeki çizgilere bak!’’ ‘‘Yüzünde çizgi falan yok, atma!” “Ben de onu diyorum ya, yüzünde çizgi bile yok, donuk ve mimiksiz. “Sanki hiç bu dünyada yaşamamış gibi.” “Gerçekten de yüzünde hiç çizgi yok. Adam genç yaşında ölmüş, ondandır.’’ “Newton, dudağının kenarını alaycı bir bakışla kıvırarak “ne kadar da ahmaksınız” dedi. Bu esnada Jane elini kaldırarak daha gelecek olan var mı?” diye sordu. “Siz, ben, Bay Newton Bay Kafka, Bay Hemingway, Bay Tolstoy ve Sabahattin Ali Bey gelecekti. O da gelsin başlarız.’’ Sabahattin Ali Bey, iki direk arasına kurulmuş hamağın içerisinden doğrularak “Ben zaten buradayım” dedi. Artık onun bu hallerine iyice alıştığımdan garip gelmiyordu, aksine bunu yapsa yapsa Sabahattin Ali Bey yapardı. Hamaktan çıkmaya çalışırken sendeleyip tekrar tekrar denemesi onun muhteşem yazarlığının yanında sıradan bir insan olduğunu gösteriyordu. Aklıma karısıyla ettikleri kavgalarda durup onun imlasını düzeltmesi geldi. Bu yüzden bir kavga bitmeden diğerine başladıklarından bahsetmişti. Ne çok gülmüştük bunu anlattığında... Her insan şu yeryüzünde sevdiği insanı yermek fırsatını elinden kaçırmaz. Üstünlük taslamak sevmekten önemlidir. İnsan egosu... eylemini hep devam ettirdiğimiz sıradan bir malzeme.

Yuvarlak masamızda herkes yerini almıştı. Newton çayları doldururken ben de atıştırmalıkları taşıyordum. Sonunda masaya oturduğumda herkes bana bakıyordu. Yüzüme yayılan sıcaklığı gülümseyerek belli etmemeye çalışıyordum, fakat faydasız bir eylemdi. “Bugün buraya sizleri neden davet ettiğimi, Newton’un boşboğazlığı yüzünden az çok biliyorsunuz.’’ Newton: ‘’Ön bilgilendirme diyelim istersen, boşboğaz kelimesi hiç hoş olmuyor.’’ dedi. Omuz silktim.

‘‘Şey… Evet… Ben aşık oldum.” diye döküldü dudaklarımdan. Jane Austen: “Ahhh... bu çok güzel bir şey” dedi. Ellerini çırpıp masada oturanların yüzüne sırayla baktı. Bay Tolstoy elini çenesine götürerek düşünmeye durdu. Franz Kafka hiçbir şey demeden kaskatı bir şekilde beni süzüyordu. Hemingway: ‘’Senin yaşlarındayken savaş muhabiri bir kadına aşık olup karımdan boşanmıştım.’’ diyerek ellerinin arasında kaybolan çay bardağını ağzına götürdü. Peşine... Sabahattin Ali: ‘’Dünyada hayatın bir tek manası varsa o da sevmektir.’’ dedi. Newton: ‘’Peki, böyle bir konuyu bize neden açıyorsun? diyerek ağzına bir sarma attı ve parmaklarını yalarken “Bunu gerçekten seviyorum. Bizim zamanımızda İngiltere'de olsa durmadan yiyebileceğim bir yemek, müthiş bir damak tadınız var.’’ dedi. Masadakilerin onun bu davranışını kınayan bakışlarını fark etti. ‘’Ne var, niye bana öyle bakıyorsunuz?’’ Jane Austen: “Kızcağız burada aşık olduğunu söylüyor oysa sizin şu tavrınıza bakın.’’ Newton bir miktar bozularak olduğu yerde kendine çeki düzen verdikten sonra çayına uzandı. Jane Austen ellerime uzanarak “Lütfen anlatmaya devam et.‘’ dedi. Gözlerimi, hepsinin gözlerinde gezdirdikten sonra biraz heyecan, biraz utanma ile. “Bilmiyorum aşık olduğumu düşünüyorum.” dedim. “Sana bunu düşündüren ne peki? diye sordu Tolstoy. Biraz düşündüm. “Uyuyamıyorum… Evet, onu düşünmekten uyuyamıyorum. İştahsızım, sürekli ikimizin olduğu hayaller kuruyorum. Çok klasik olacak ama karnımda kelebekler uçuşuyor, içim içime sığmıyor, her gördüğüm insana sarılmak, iyilik etmek, güzel sofralar hazırlayıp insanları tıka basa doyurmak istiyorum. Durduk yere aşk şarkıları mırıldanırken buluyorum kendimi. Bu tariflere göre, okuduğum kitaplar aşık olduğumu söylüyor. Yani. O halde aşık olmalıyım.

Jane Austen: “Kim bu bey peki? O kadar heyecanlı anlatıyorsun ki nefes almadan dinledik seni.” “Sınıfımızdan biri, başlarda ondan hiç hoşlanmıyordum, hatta kaba buluyordum. Birgün okulda atkımı unutmuştum. Neredeyse eve gelmiştim ki arkamdan seslendi. Kaç dakikadır peşimden koşuyormuş. “Biraz yavaş yürüyemez misin? Ciğerim soldu sana yetişeceğim diye!” Bana kızıyordu. Şaşırmıştım. Atkıyı suratıma fırlattı. “Ne kadar da çirkinsin” deyip yanımdan öylece geçip gitti. Okulda onu her gördüğümde yolumu değiştiriyordum. Bana davranışı yüzünden onu affedemiyordum. Yüzünü görmek bile istemiyordum. Fakat son zamanlarda sürekli karşıma çıkıyor; Sırada dururken yanıma yaklaşıp naber çirkin? diyor. Kantinde ya da kütüphanede oturduğum masaya oturuyor. Yüzüme sinsice gülüyor ve ne kadar da çirkinsin diyerek yüzüme bakmaya devam ediyor. Jane Austen sözümü kesti. ‘’Kadınlar sıradan bir beğeninin altında her zaman daha fazlasının yattığını düşünmeye meyillidir. Belki yaşananları kafanda büyüttüğün için böyle hissediyorsundur.’’ dedi. ‘’Bu bir beğeni mi? Tam olarak emin değilim.’’ diye yanıtladım onu. Newton: “Hiçbir erkek ilgilenmediği bir kızla bu kadar diyalog kurmaz.’’ dedi. “Aslına bakarsan bunun bir diyalog olduğunu söyleyemem, çünkü bir monolog, karşısında olduğum halde hiç konuşmuyorum, kendi kendine, ‘öyle değil mi çirkin? Bugün daha çirkinsin’ vs diyerek gülümsüyor. Her ne yapıyorsa, sorun tam olarak burada başlıyor. Her seferinde kalbim yerinden çıkacak gibi atıyor ve sesinin duyulmasından korkuyorum. Bayan Austen’ın da dediği gibi, fazlasını düşünmeye meylediyor olabilirim... Bir müddet hepimiz sessiz kaldık ve çay içmeye devam ettik. Franz Kafka yerinden doğrularak ‘’Uyku, var olagelmiş en masum, uykusuz bir insan ise en suçlu yaratıktır.” dedi. Herkes başını çevirip şimdiye kadar hiç konuşmayan adama baktı ve sessizlik devam etti. Jane Austen omuzlarından sıyrılan şalını omuzlarına doğru iyice sardı. Ayağa kalkarak nazikçe hepimizi selamlayıp ‘’Bu akşamlık dağılsak iyi olacak.’’ dedi. Masadakiler hep bir ağızdan sözleşmişler gibi kalktılar. ‘’Evet bu gecelik yeter.’’ Sandalyelerin döşemedeki sesleri içimi gıcıkladı. Merdivenlere yönelip iyi geceler dileyerek gıcırtıların içinde kayboldular.

Newton: “Hadi kalk, masayı toplayıp bulaşıkları yıkayalım.” diye dürttü. ‘’Neden birden kalktılar sence?‘’ “Sonuçta yaşlı insanlar. Hem yarın bu konuya mutlaka devam ederiz, kendini üzme.” diyerek ayağa kalktı. Etrafı toparlayıp hiç konuşmadan geceyi sonlandırdık...