Zeynep

Merve Güneş

Biz yola çıkarken atıştıran yağmur, şiddetini arttırmıştı. Neredeyse bardaktan boşanırcasına yağıyordu. Gece yolculuklarını çok sevmiyordum ama yolumuz uzun olduğu için akşam üzeri çıkmamız gerekiyordu. Yola çıktığımızdan beri dışarıyı seyrediyordum, eşim bir iki kelam etmeye çalışmıştı ama benim sohbet edecek halim yoktu. Hem havanın böyle oluşu hem de radyoda çalan şarkı beni biraz mahzunlaştırmıştı. Radyoda Bolahenk - Geri Dön çalıyordu. 2 yıl önce gittiğim memlekete tekrar gidiyordum. Tam da kendime söz verdiğim gibi. Böyle düşüncelere dalmışken camda süzülen yağmur damlaları bana Sezai Karakoç’un bir şiirini anımsattı. Tamamını hatırlayamasam da en sevdiğim dörtlük dilimden dökülüverdi.

‘‘İyi ki bilmiyor kalabalıklar

Yağmura bakmayı cam arkasından

İnsandan insana şükür ki fark var

Birine cennetse birine zindan

İyi ki bilmiyor kalabalıklar’’

Bu sırada Kemal ise sürekli beni bölüyor, soğuk şakalar yaparak beni güldürmeye çalışıyordu. Gerçekten sırası mıydı? Hala devam ediyordu şakalarına, komik olsa bir şey demeyeceğim ama gerçekten çok kötüydü. Ben böyle söylenirken uyuyakalmışım. Gözlerimi açtığımda Kemal, sabah namazını kılmak için bir caminin önüne arabayı park ediyordu. Arabadan çıkınca temiz hava yüzüme çarptı, bu sayede biraz kendime geldim. Buralara yağmur uğramamıştı. Havanın serinliği yağmurdan değil vakittendi. Namazları kıldıktan sonra camide ki banka oturduk. Eşimle birlikte seher vaktinin huzuruna eşlik ettik. O sırada havada aydınlanmıştı. Eşim, ben uyurken yoldan kahvaltılık bir şeyler almış, birlikte onları yedik.

Sonra da çoğu gitmiş, azı kalmış yolculuğumuz için tekrar yola çıktık. Şanlıurfa’ya yaklaştıkça heyecanım artıyor ve durmadan anılarımdan, yaşadığım mutluluktan ve gönlümde bambaşka bir yeri olan bu güzel şehirden bahsediyordum.

Sanırım bu yolculuktan sonra eşim beni uzun bir süre sessize alacaktı. Akşam ki halimden eser kalmamış, neşem yerine gelmişti. Hatta bu sefer yaptığı şakalara gülüyor aynı zamanda ben de ona eşlik ediyordum. Hem çocuklara kavuşacak olmamın mutluluğu hem de hayalini kurduğum anlara yaklaşmış olmanın heyecanı içerisindeydim. Acaba Zeynep beni hatırlayacak mıydı?

Şanlıurfa’ya gelmiştik artık. Şimdi tek yapmamız gereken Tarlabaşı Köyünü bulmaktı. Eşime kaybolma payı olarak fazladan bir saat vermiştim. Ve tam da tahmin ettiğim gibi oldu. Kaybolduk. Bir süre köyün yolunu aradıktan sonra güzel kalpli Zeynep’in köyüne ulaştık. Önceden muhtarla ve köydeki okulun öğretmeni ile iletişime geçmiştim ve ondan köyün bazı bilgilerini almıştım. İlk önceliğimiz köy okuluna gidip öğrencilerle buluşmaktı. Arabayı okulun önüne park ettik ve köyün belki de tek renkli binası olan pembe boyalı tek katlı binaya doğru hızlı adımlarla gittik. Bizim geldiğimizi gören Fatih öğretmen kapıda karşıladı bizi. Tabii gelen yabancıların farkında olan öğrenciler de hareketlenmeye başlamış, sınıfın kapısını açıp meraklı gözlerle bize bakıyorlardı. Fatih öğretmen ile telefonda konuşmuştuk ve ilk kez yüz yüze görüşüyorduk ama geliş amacımızı biliyordu. Sağolsun bize çok yardımcı olmuştu. Birazcık konuştuktan sonra arabadan çocuklar için aldığımız hediyeleri almaya gittik, bu sırada öğrenciler bahçeye çıkmıştı artık. Rengarenk görünüyorlardı. Onlara doğru giderken kulağımda bir ıslık sesi vardı ve gözüm alabildiğince mutluluk görüyordu. Bir tablonun içinden fırlamış gibiydi çocuklar. Tek derdi mutlu bir an, yaşama sevinciyle atan bir kalp ve tüm kötülüklerden uzak bir resim yapmak isteyen bir ressamın tablosuydu sanki. Kucaklaştık, hediyelerine kavuşturduk, mutlu olduk, mutlu ettik. Onlarla oturup sohbetler ettik. Bir saate yakın hem öğrencilerle vakit geçirdik hem de Fatih öğretmenle sohbet ettik. Sonrasında hepsiyle vedalaştık…

Arabaya bindik ve Zeynep’in evine doğru gitmeye başladık. Zeynep’in evi köyün sonundaydı. Köy o kadar kahverengiydi ki zaten ağaç da yok denecek kadar azdı, sanki sadece taş ve topraktan ibaretti; bir de oradan oraya koşturan çocuklardan.

Artık Zeynep’in evine gelmiştik. 2 katlı eski bir yapıydı. Camları sonuna kadar açılmış, sanki ev nefes alıyordu. Çatısında da kuşlar dizilmiş bizi selamlıyordu sanki. Evin avlusuna doğru gittik. Avluda; ayağında lastik ayakkabısı, kafasında oralara özgü bir şekilde bağlanmış tülbenti, üzerinde de renkli hırkası bulunan güler yüzlü bir teyzem vardı. Meraklı gözlerle bize bakıyordu. Daha fazla meraklandırmadan yanına gittik. Öğrendim ki teyzemin adı Hafize imiş. Tanışıp hal hatır sorduktan sonra anlattım bizim Zeynep’in hikayesini…

‘‘Hafize Teyzem, ben buraya 2 yıl önce gelmiştim. Hem de kırk kişiyle birlikte. Okulda oyunlar oynadık, çocuklarla eğlendik. Tabii haliyle yorulduk. Köşeye geçip dinleneyim derken bir bakış çarptı gözlerime. Yanına gittim. Öylelikle tanıştık Zeyneple ama nasıl tanışmak? Sen de ‘gönül bağı’ ben diyeyim ‘senin torununun gönlünün güzelliği’. Nasip işte. Sanki yıllardır tanışıyormuşuz gibi. Ben anlattım o dinledi, o anlattı benim gözümde yaşlar birikti. Bak hala saklarım onun sözlerini.’’ diyerek telefonumu çıkardım ve okumaya başladım;

‘‘Ben 14 yaşındayım, kardeşlerime bakıyorum, okula da gidemiyorum. Bizim köyde bu yaştan sonra okula gidilmez zaten. Bak bu gördüğün yerler hep Arap köyüdür, ömrümce görüp görebileceğimiz yerde burasıdır. Evlenmek için bile çıkamazsın bu köyden. Hatta kız alırlar ama kız bile vermezler dışarıya. Siz ne kadar şanslısınız okuyabildiğiniz için, hatta bizim memlekete bile çıkıp gelebilmişsiniz. Mesela seni de bir daha görmem mümkün değil ama keşke hayatımda bir kere daha görebilme şansım olsa.’’ dedi. Bende içimden dedim ki ‘‘Söz veriyorum sana Zeynep, bir gün mutlaka geleceğim buraya. Sırf seni görmek için.’’

Hafize Teyzenin gözleri dolmuş, beni dinliyordu. O sırada evin yanındaki yokuştan koyunlar gelmeye başladı, koyunların arasında da üç beş tane çocuk. En arkadan da Zeynep geliyordu. Zeynep’i görünce gözlerim doldu. Ağlamayacağım, ağlamayacağım diyerek içimden sürekli kendime sesleniyordum. Zeynep biraz daha yaklaştı. Boyu uzamış, yüzü biraz değişmişti. Ama bakışları… Hala aynıydı. İlk başta tanıyamadı. Yanımıza kadar gelmişti artık.

‘‘Zeynep beni hatırladın mı?’’ diye sordum. Cümlemi tam bitirecekken Zeynep gelip boynuma sarılmıştı bile. İkimizde ağlıyorduk, tutamamıştım kendimi. Buz gibi donmuş kalbimi Urfa’nın sıcağı değil, Zeynep’in yüreğinin sıcaklığı eritmişti. Yağmur gibi yağıyordu gözlerimden yaşlar. Kemal bu halimden etkilenmiş olacak ki yine soğuk şakalar yapıp ortamın havasını değiştirmeye çalışıyordu.

‘‘Yahu göl oldu buralar, çocuklar yüzmeyi biliyorsunuzdur inşallah.’’ dedi.

Ona dönüp bir bakış attım ama bu sefer tutamadım kendimi ve gülmeye başladım. Zeynep gülmeye başladı. Kaç saat orada kaldık hatırlayamıyorum. Ama Zeynep’i ve yedi kardeşini daha yakından tanımam için yetecek kadar çok saat kalmıştık. Onlar için de hediyeler almıştık ama o anın heyecanıyla unutmuştuk. Sonradan Kemal’in aklına geldi. Gitti getirdi hediyelerini, o kadar mutlu oldular ki…

Yavaş yavaş veda vakti geliyordu, Hafize teyzeme ve küçük kardeşlerine sımsıkı sarıldım… Zeynep’i sona bıraktım. Girebildiğin gönül memleketin demişler, burası da benim bilmem kaçıncı memleketim…Onunla da sımsıkı sarıldıktan sonra gönlüme bir memleket daha ekleyip arabaya bindim. O kadar güzeldi ki Zeynep ve kardeşleri Kemal’e dönüp;

‘‘Farkında olmadan toprağa saçılmış tohum gibiler, Zeynep’te sanki bir fidan.’’dedim.

Kemal’de ‘‘Sularsan yetişir büyür ağaç olur, sulamazsan kurur, çürür, toprağa karışır yok olur bu güzelim fidanlar. ’’dedi. O sırada göz göze geldik ve bir söz daha vermiştik, içimizden.