Buraya geliş sebebim içimi dağlayacak kadar acı veriyor. Yolun başında sonunun buraya varacağını bilsem başlar mıydım bilemiyorum. Olmazları var eden rabbe olan inancımla çıktım yola. Masumane bir duayla dilediğim geri çevrilmezdi O’nun katında. Biliyordum. Şimdiye kadar hep öyle olmuştu. Yine aynı inanç ve masumiyetle çıktım yola. Sonunda her şeyin başa sardığı, mutlulukla ilmek ilmek örülüp acıyla düğümlenen bir yol. Ne ötesi var gayrı ne de berisi…
***
Onunla ilk karşılaştığımda gözlerimin nasıl olup da şimdiye değin onu görmediğine kızdım. Kendime kızmam yeni değil fakat bir başkası için ilk defa olmuştu. Her zamanki yerimde oturuyordum. Oğuz’un gelmesine daha vardı. Birkaç bardak çay içip iki lafın belini kıracaktık. Hep olanın aksine bugün yalnız takılmak istemiştim. Sadece Oğuz’a haber verdim. O halime tek şahit odur. Başkasına da ağzımı açıp tek kelime etmedim. Beni tanıyan bu halde olduğuma inanmaz, anlatmam da beyhude olur o yüzden. Çayımı içerken karşı masada gördüm onu. Aslında üç kişilerdi. Ama benim gözlerim sadece onu görmüştü. Bundan sonra başkasına da kördü. Arkası dönük olduğundan yüzünün tamamını göremiyordum. Gülüşünün yüzünde oluşturduğu kıvrımlarsa çok netti. Onu tanımam için çevresine bakmam gerektiğini idrak ettiğimde arkadaşları sigara yakmıştı. Yüzünden alamadığım gözümü önündeki masaya indirdim. Elinde sigara yoktu. Okuduğu kitabı sıkı sıkıya tutmuş, gülen gözlerle arkadaşlarına bakıyordu. Bir an onu gülümseten şeyin, karşısında oturan kişinin “ben” olduğunu hayal ettim.
Mahir ve adını bilmediği kız. Karşılıklı oturuyorlar. Mahir yaptığı şakalarla adını bilmediği kızın gülümseme çizgilerini derinleştiriyor. Arkadaşları kadar ilgisiz durmayı, onu bu masada yalnız bırakmayı ona haksızlık etmek olarak görüyor. Konuşuyor ancak söylediklerinden çok uzakta. Kızın dalgalanan saçında, utangaç ve ara sıra saklanmaya çalışan gülüşünde kayboluyor. Kız adıyla sesleniyor Mahir’e.
“Mahir…”
“…”
“Mahir burada mısın?”
“…”
“Mahir, oğlum kendine gelsene!”
İrkilerek kendime geldim. Adını bilmediğim kız değildi adımı çığıran. Oğuz gelmiş benim ruhum bile duymamıştı.
“Ne bağırıyon oğlum, adam gibi seslensen duyardım zaten.”
Oğuz’un halimi anlamasını istemedim. Ama iş işten geçmişti. Meğer geleli olmuş epey. Beni böyle görmeye alışık olmadığını söyledi. Bana doğduğumdan beri böyleymişim gibi geliyordu oysa. O günü biraz Oğuz’da biraz karşı masada gezen gözlerle tamamladım. Hava kararana kadar oturduk Oğuz’la. Kalkarken hesap ödeme bahanesiyle göz hapsine aldığım masanın yanından geçmek istedim. Yüzünün her ayrıntısını hafızama kazıyıp unutmamaya niyetliydim. Zira bir daha nerede karşılaşacağım, hatta karşılaşıp karşılaşmayacağım bile belli değildi. Masanın yanından geçerken heyecandan titreyen bacaklarım dengemi bozdu. Ayağım sandalyenin ayağına takıldı. Yere kapaklandım. O an göz göze geldik. Eğilip iyi olup olmadığımı sordu. Cevapsız bıraktım. Bozuntuya vermek istemesem de yüzümün pancar gibi kızardığından emindim. Yine de o andan çıkmak istemedim. Aradığım fırsat ayağıma gelmişti. Belki de ben onun ayaklarının dibine düşmüştüm. Bu daha doğruydu şüphesiz. Acıyan gözlerini dikmiş bana bakıyor, cevap bekliyordu. Bense bu anı nasıl değerlendireceğimi düşünüyordum. Oğuz’un kahkahasıyla kendime geldim. Yavaşça üstümü silkeleyip masadan tutunarak ayağa kalkmak niyetindeydim. Yarısı masayla temas etmeyen kitaba tutunarak bir kez de kitapla düştüm. O sırada kitabın ilk sayfası açılıp önüme düştü. Peyami Safa, Yalnızız. Zeynep Elçin. İsmi hafızama kazıyıp doğruldum. Erkekliğe zeval gelmesin diye yalandan bir gülümseme kondurdum yüzüme. Kitabı kaldırıp tozunu silktim. Mahcubiyetle dolu gözlerimle gözlerine bakarak, kitap için özrümü ilettim. İzin verirse kitabı telafi etmek istediğimi söyledim. Kabul etmedi ama kitabın katlanan köşesinde kalmıştım ben. İsmini bana açan o köşede. Vedalaşıp defalarca özür dileyerek kasaya gittim. O sırada yağmur başladı. Başımı kapıya çevirdiğimde ellerini iki yana açarak yağmuru sahiplenen duruşunu gördüm. Yüzündeki çizgiler daha derindi şimdi. İlerleyen arkadaşlarının seslenmesiyle kolları iki yanda başı yukarıda koşmaya başladı. Uçuşan etekleri gülen gözlerine eşlik ediyordu. İkisi de ahenkle dans ederken araya saçları giriyordu. Sonra rüzgâr ve tekrar gülen yüzü… Karanlığı ay ışığı gibi aydınlatıyordu. O gece Oğuz’la nasıl ayrıldığımızı hatırlamıyorum.
Ertesi gün Oğuz'u okulda sıkı sıkıya tembihledim. Sırrımı saklaması karşılığında ders notlarını bir yerden bulup vereceğime de söz verdim. Öğrenci olduğunu yalnızca sınav haftaları hatırlayan biri için oldukça büyük sorumluluktu not bulma işi. Okul çıkışı tramvaya bindim. Kafamda hep Zeynep vardı. Tekrar karşılaşırsam konuşmadan bırakmayacaktım. Ama hayat benim gibi bir aptalı yeniden sevdiğine denk düşürür müydü emin değildim. Bu düşüncelerle boşalan ilk koltuğa oturdum. Dalgınlığım yanımda oturan kişinin durağa yaklaştığını söylemesiyle bölündü. Başımı çevirdiğimde onu gördüm. Zeynep. Afalladım. Bu şansı da kaçırırsam kendimi affetmezdim. Kafamı önüme ardından tekrar Zeynep’e çevirdim.
“Merhaba. Sizinle dün karşılaşmıştık. Hatırladınız mı?”
“Unutacak kadar normal bir karşılaşma değildi. Dün iyi görünmüyordunuz. Şimdi nasılsınız?”
“Haklısınız, iyiyim teşekkür ederim. Dalgınlığıma denk geldi. Sakarlık işte. İneceğiniz yer yakın mı, kitabınız gibi yolunuza da sebep olmak istemem.”
Gülümsedi. Şimdi çizgiler daha netti.
“Biraz daha var, merak etmeyin. Kitabı da dert etmeyin lütfen. Söyledim ya benim için sorun değil.”
Israrcı olmadım ama kafama koymuştum. Kitaplığımdaki Peyami Safa’yı ona verip katlanmış olanı ben alacaktım.
“Bu arada ben Cihan.”
“Memnun oldum, ben de Zeynep.”
İsmini bildiğimi çaktırmadan devam ettim.
“Siz de mi öğrencisiniz yoksa?”
“Evet, edebiyat 3. Sınıf. Siz ?”
“Tarih 4”
Aynı fakültede olmamız içimi rahatlatmıştı. Artık onu her an görebileceğimi biliyordum.
“Benim artık gitmem gerekiyor, hoşça kalın.”
“Görüşürüz.”
Elim havada gözüm kapıda kaldı. Bundan sonra her günüm bahçedeki banklarda, kafeterya masalarında onu aramakla geçti. Zamanla muhabbetimiz ilerledi. Ben ona altı çizili “yalnızız” kitabımı verdim. Yaralarımı emanet ettiğimi bile bile. O da bana köşesi katlanmış kitabını verdi, anılarını emanet ettiğini bile bile. Bu değişim bizi birbirimize bağladı. Gönüllerimizi de kaderimizi de bir eyledi. Hayaller kurduk. Evlenip yuva kuracak, kitaplarımızı paylaşacak, kaçtığım yağmurlarda birlikte yürüyecektik. Ellerimizi sıkı sıkıya tutup yağmurların beslediği kırlarda koşacaktık. Bir kısmını gerçekleştirdik. Kırlarda koştuğumuz hayal de dahil…
***
İki sene olmuştu Zeynep’le tanışalı. Kurduğumuz hayalleri birbirimize hiç söyleyememiş ama hepsini gerçekleştirmiştik. Bir tek evlilik kalmıştı. Ama bunca zamana rağmen onunla arkadaşmışız gibi görünüp birbirine sevdalı iki insan gibi davranmıştık. İkimiz de farkındaydık aramızdakilerin. Ama yemin etmiş gibi konuşmuyorduk bunları. Zeynep arada cesaretini toplayıp birkaç şey söylüyordu. Nabzım yükseliyor, ne diyeceğimi şaşırıyordum böyle zamanlarda. Onaylamaktan ve ağzımda bir iki cümle gevelemekten öteye gidemiyordum. Onu kaybetmekten korkuyordum. Söylediğim sözlerin arkasında duramamaktan, kendimden, sevgimden şüpheye düşmekten ödüm kopuyordu. Sırf bu yüzden ve bilemediğim birçok sebepten ona olan sevgimi, onunla bir hayat sürmek istediğimi anlatmaya cesaret edemedim. Zaman geçtikçe endişem arttı ama ben yerimde saydım. Artık ikimiz de mezun olmuş, çalışma hayatına adım atmıştık. Ama benim dilim lal olmuş gibi bunca zaman tek kelime edememiştim. Son zamanlarda benden uzaklaşıyordu. Farkındaydım. Kendine yeni bir hayat kurmak istediğinden benim suskunluğumdan duyduğu rahatsızlıktan sık sık yakınıyordu. Bense hala susuyordum.
Zeynep artık eskisi kadar neşeli değildi. Şakalarım önceki kadar komik gelmiyordu. Onu güldürememek içimde onulmaz yaralar açıyor ama ben ona açılamıyordum. Ölüm gibi bir şeyler oluyordu ama kimse ölmüyordu. Bir akşam telefonum çaldı. Fırtına tepesinde buluşmak istediğini söyledi. Beni ürküten bu davet cesaret de vermişti. Fırtına tepesi kitaplarımızla gönüllerimizi bağladığımız yerdi. İkimiz için de çok önemliydi. Ertesi sabah erkenden gidip yüzük aldım. Tepede buluştuk. İkimiz de kendi yerlerimize oturduk. Denizden gelen meltem biraz üşütüyordu. Elim cebimdeki yüzükteydi. Sıkı sıkıya tutuyordum. Zeynep'in üşüdüğümü sanmasını istiyordum. O da üşüyor olmalı ki ellerini cebinden çıkarmıyordu. Bir süre sessizce oturduk. Konuşmaya o başladı. Gergin yüzünden bir sorun olduğu anlaşılıyordu. Derin bir nefes alıp konuşmaya başlayacakken rüzgar saçlarını dağıttı. Elini cebinden çıkarıp saçlarını düzeltirken parmağındaki yüzüğe çarptı gözüm. O anlattı ama ben dinleyemedim. Söyleyeceği her şey tek bir sonuca bağlanacaktı. Yarım saat boyunca hem ağladı hem anlattı. O anlatırken cebimde tuttuğum yüzük kutusunu sıkmaktan başka bir şey gelmedi elimden. Söyleyemediklerim boğazımda koca bir düğüm oldu. Yutkunamadım. Mecbur kaldığını, yapacak bir şeyi olmadığını ama daha fazla bekleyemeyeceğini söyledi ve gitti. Elimi cebimden çıkardığımda kutu çoktan parçalanmıştı.
***
Bugün yine aynı masadayım. Yanımda, olanların tek şahidi Oğuz. Olanları dinlemek için burada. Oysa anlatacaklarım olmayanlar. Masada parçalanmış yüzük kutusu. Her şeyin şahidi. Ve gözlerim... karşı masada. Akan yaşlardan fırsat buldukça Zeynep'le vedalaşıyor.