Kelimeler: Öğrenci- Yağmur- Şaka
Ek Zorluk (Seçili fotoğraf+fotoğraflar) uygulanmıştır.
covid-20
Taşlıkta ayakkabılarını çıkardı. İçerisi sıcak. Terliklerini giydi el yordamıyla, hava aydınlanmadı daha, giriş karanlık. Elindekileri yere bıraktı, montunu çıkarıp astı. Sabahları serin oluyor buralar. Soyundu baştan ayağa. Havalandırmak için balkona bıraktı hepsini. Mutfağa geçip dolabı açtı, ısıtmadan içti sütü. Yarın pofidiği sağmak lazım. Geri dönüp kap kaçağı küvete bıraktı. Gün doğmak üzere. Kütüphaneye uğradı, dün okuduğu çok kalındı, çok güzeldi ama çok kalındı, bitirene kadar uyuyamadı, alarmın sesini duymayacaktı az kalsın. İnce bir kitap seçti, biraz oyalandı bunu yaparken, gün aydınlandı. Güneşin gölgesi düştü kitaptan arta kalan boşluğa. Çatı katına çıktı. Pencerenin perdelerini açtı savurarak, hoşuna gidiyor böyle açmak, sonra kanatlarını, tek tek, sonuna kadar. Hava epey ısınmış, kesilmiş rüzgar. Kokladı havayı göğsünü şişirerek, kuş seslerini dinledi. Aşağıdaki tekli koltuğu taşımaya üşendi yine, sandalyeyi çekti. Merakla açtı kitabı, bir roman bu. Önsözü bir çırpıda geçti. İlk sayfayı okudu, sonra ikinci sayfayı, elemeyi geçmişti. İrkildi duyduğu sesle, tüfeğini aradı. Uzanıp aldı, uzanıp baktı. Yaralı bu! Onu doyurmayı unuttu. Hırkasının cebindeki arpalardan aldı biraz, pencereden beline kadar sarkıp serpti. Yan yan zıplaya zıplaya koştu arpaların peşinden. Eski tren yolunda bulmuştu onu, uçamıyordu, yarasını sarmıştı dedesi, bebekti daha, kaç ay geçti, uçamıyor hala, doğuştan bir anomali dedi veteriner. Uçamıyor ama kocaman şimdi. Başta evdeydi, çok pisletiyordu her yeri. Sıcakladı. Hırkasını çıkardı. Terliklerini fırlatıp attı. Tüfek elinde arkasına yaslanıp ayaklarını uzattı.
İyi bir kitap seçmiş, dedesi bu kadar okuduğunu görse gurur duyardı. Edebiyat hocasıydı o, profesör, emekli, görseydi... kütüphanesi kocaman. Aklını kaçırmamak, zamanı akıtmak için kitaplar iyi. İçine bir girince gerisi kolay. Zorlamıyor zaten, ilk bir iki sayfada içine almazsa, arkadaşlarının yanına, aldığı rafa geri bırakıyor onu. Yalnızlık zor, biliyor. Her sabah gün doğarken geçiyor buraya, ama geceleri en az beş saat deliksiz uyuyabiliyor. Günler uzadı, geceler kısaldı, bahar geldi geçti. Önceden daha kolaydı işi, geceler uzunken yani.
Geceleri uyuyorlar, çok ilginç, bir filmde görmüştü bunu, üstlerinden kamyonla geçiyorlardı da ölü gibi uyumaya devam ediyorlardı. Gerçi ölüydüler zaten. Bunlar öyle değil, uyandırırsan uyanıyorlar, ölü de değiller ama tercihleri uyumak yönünde, ölünce gerçekten ölüyorlar. Mutasyonun başında, Amerika’dan yayılan görüntülerde görmüşlerdi keskin nişancıların vurduğu insanları, ölüyorlardı. Sonra ilçede de gördü, kendi gözleriyle. Köpekli amca da ölmüştü. Meczuptu o. Kızını kaçırmışlar. İflah olmamış sonra. Sonra yüzüstü düştü. Gözleri hala aklında, bakışları. Hatırlamak istemiyor bunu. Nereden geldi buraya, hah, tercihleri uyumak yönünde. Evet bir tercihleri var, artık onlardan pek kalmasa da. Bazı bitkiler ya da hayvanlar gibiler, gün batınca uyuyor, gün doğunca uyanıyorlar. Acıkınca yiyiyor, doyunca bırakıyorlar. Tehdit altındaki vahşi birer hayvan gibi saldırganlar bu zamanların dışında, biteviye saldırganlar. Dünya, başka bir tür gibi bakıyor onlara, insan değillermiş gibi. Yani en son öyleydi, bir ayı geçti habersiz dünyadan. Köylüler onları “Yecüc Mecüc” sanıyorlar. Aptallar! Yemin ederim.
Homurtular duydu bu sırada. Pencerenin altına gizlendi hemen. Yaralı’nın kaçıştığını duydu, ciklemesini, kanat seslerini, alarm görevi görüyor böyle zamanlarda kuşcağız. Burnunun ucuna kadar yükseldi pervazda. Üç taneler bu sefer, sayıları gittikçe azalıyor. Bayırın aşağısındalar daha, tüfeği doğrulttu. Gez, göz, tetiğe bastı. Bir gürültü, koşuşma… doldurup bir tane daha sıktı, sonra bir tane daha, sesler uzaklaştı, uzaklaştı, sustu. Dedesinin bu tek kırma, küçükken öğretmişti. Tekrar doldurup arkasına yaslandı. Bir süre gelmezler. Nerede kalmıştı, hah.
3’üncü sayfayı çevirdi; “Haziran’ın ilk haftası…” İlk cümlede çakılı kaldı. İlerleyemedi. Kapattı kitabı. Kalktı. Annesinin çocukluğunun geçtiği oda burası. Antika görünümlü şifonyerden defterini çıkarıp tarihi işaretledi. 6 Haziran 2021. Uyumadan önce yapıyordu aslında bunu. Normalleşme sürecinin başlamasını beklemişler, ertesi gün buraya gelmişlerdi. Ne kadar güzeldi her şey, her yer rengarenk çiçeklerle doluydu, içerisi dışarısı… anneannesinin elleriyle diktiği çiçekli balkonda gelsin çaylar, gitsin kahveler, adamakıllı dinlenmişlerdi aylar sonra. Sadece üç gün sürmüştü bu sefa, onu burada bırakıp -aşı çalışmaları için- geri dönmüşlerdi. Bugün tam bir yıl olmuş. Annesini çok özledi, babasını da, ama annesini daha çok. Şimdi neredeler? Yaşıyorlar mı! Annesiyle doldurdu odayı. Çöktü yere, köşelerde boyaları kalkmış tavana baktı. Her bahar baştan aşağı badana olurdu bu evde, bu bahar olmadı, bir daha olacak mı! Boya tulumları içinde dedesi canlandı gözünde. Ağlamaya başladı, bağıra bağıra, doya doya ağladı. Sildi sonra gözyaşlarını eteğine, burnunu çekti. Annesinin şifonyerindeki ojesini alıp tırnaklarına sürdü hiçbir şey olmamış gibi bir şarkı mırıldanarak. Ne zaman ümitsizliğe kapılsa, ne zaman kendini yapayalnız, çaresiz hissetse, annesinin sık sık tekrarladığı bir söze tutunup ayağa kalkar. “Allah var!”
İlçeye inmesi lazım, birkaç gün daha idare edebilir ama son dakikaya da bırakmamak lazım, olası aksilikler için her zaman bir pay bırakmak lazım. Ne kadar çok “lazım” dedin. Fark ettim. Çok komik. Çocuk musun? Çocuğum. Annemi istiyorum. Daha birinci sınıfta, onu da tam okudu sayılmaz ya. Enfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji okuyacak(tı) annesiyle babası gibi. Biraz daha büyük olsaydı, okulu bitirmiş olsaydı en azından… o zaman onların ekibinde olurdu, daha faydalı bir şeyler yapabilirdi. Daha faydalı mı! O zaman burada olmazdın! Burada olmazdım. Burada olmalıyım. Pencerenin önüne geçti. Tepeye hakim manzaraya baktı. Aşağı sağa doğru kıvrılan yola. Tekerlek izlerinin çoraklaştırdığı yerler yeşillenmeye başlamış. Dedesinin evi tepenin üstünde, arkası uçurum. Geldikleri, gelebilecekleri tek yön burası. Bugün bir daha gelmezler. Nereden biliyorsun? Gelirlerse karşılaşırım zaten. Ya sen yokken gelirlerse? Gelsinler. En yakındaki ev görünüyor ağaçların arasından. 13 numaralı ev. Sonraki en yakın ev yirmi dakika mesafede, ondan sonra tek tük, dağınık evler başlıyor. Bir dağ köyü burası, ilçeye inmesi saatler sürüyor. Hava kararmadan dönmesi lazım. Sırt çantasını aldı, kapıyı kilitleyip çıktı. Hortumu açtı. Bahçeyi, toprağı, bayırı suladı. Ayak izlerini görebiliyor böylece. Dikkat ediyor o zaman, saklanıyor. Hortumu çeşmeye sarıp yola çıktı. Maskesi, tulumu, şapkası, eldivenleri… bu sıcakta hiç çekilmiyor.
13 numaralı ev, üç dakikada vardı bile. Terkedilmiş. Sesleri dinleyerek geçti önünden. Mutasyonun görüldüğü ilk vaka Amerika’daydı, Ekimdi. Bir süre Amerika’yla sınırlı sanıldı. Avrupa’yla Rusya’dan eş zamanlı ilk vakalar bildirildikten kısa süre sonra tüm dünyada görülmüştü. Başlarda kontrol altında sanıldı ama değildi. Çok geçmeden anlaşıldı. Ocak ayında Türkiye’deydi. Şimdi herkes kendi ‘can’ının derdinde. En son Nisan sonu konuşmuştu babasıyla. Bu konudaki bütün çalışmaları, bütün yayınları yakından takip ediyordu babası. Hangi durumda ne yapması gerektiğini kalem kalem yazmıştı. Sormuştu, söyletmişti, ezberletmişti. Sonra dedesine vermişti telefonu. İyi bir öğrenciydi zaten, tıbba her zaman ilgi duymuştu. Önsezileri güçlüydü. Belki bu yüzden saklamamıştı babası ondan öğrendiklerini, bütün gelişmelerden günbegün haberdar etmişti.
İki katlı evi görünce saatine baktı. Onbeş dakikada gelmiş, gün geçtikçe hızlanıyor. Güvercinler havalanıyor çatısından. Bacasından sanki kan akmış. Pencerede Samet’i arıyor gözleri, yok. Üst kattaki pencerelerin ikisi de açık ama Samet yok. Tuvalettedir belki, belki yemek yiyordur, belki uyuyordur. Çocuk felci yüzünden yürüyemiyor Samet, buradan ne zaman geçse el sallıyor ona tombul parmaklarıyla. Bahçe kapısı aralık, bahçeye çıkarmışlardır belki. Başını uzattı kapıdan, bulantıyla geri çekildi hemen, gördüğü manzarayla iki büklüm oldu. Samet’in babası... yerde, kan. Samet! İçeri girmeli, kurtarmalı onu, ya hastaysa o da? Ya değilse! Annesi? Seslendi, gardını aldı saldırı bekleyerek. Samet saldıramaz, yürüyemiyor ki! Gözünden akan yaşı sildi elinin tersiyle. Kapıya yaslanıp bekledi. Çıt yok. İçeri girdi dikkatle. Samet camın önünde. Gecikmiş, günlerce. Annesi! Aradı. Hiçbir yerde bulamadı. Geri döndü. Çantasından çıkardığı kireçten döktü üstüne. Üstünü örttü divandaki örtüyle. Gözyaşlarını sile sile indi. Başını çevirdi, ayaklarına bakarak yaklaştı, adamın üstüne de kireç döktü. Dedesi hastalandığında bu adam şikayet etmişti muhtara. Muhtar, adam toplayıp... Üstünü örtmedi adamın, örtmek için bir şey aramadı. Kötü müsün sen! Bahçe kapısından çıktı. Kapattı kapıyı. Soluklandı dışarıda. Kötü müyüm?
İletişim ağları çökeli tam kırk gün oldu. Hemen ardından geldi bütün bunlar. Ne hükümet var, ne polis bu Allah’ın dağında! Kimse bu vahşeti durdurmuyor. Şehirlerde durum nasıl, bilmiyor. Ayrılmayacak dedesinin evinden, anne babasını bekleyecek. Beklemeye devam edecek. Gelecekler, umutsuzluk yok. Tedaviyle birlikte gelecekler. Geldiklerinde burada bekliyor olacak. Pencereden görecek geldiklerini, onlar daha tepeyi tırmanmadan, görecek, koşacak, koşup boyunlarına atılacak.
Doğruldu dizlerinin titremesi geçince. Devam etti. Sonraki evler yoldan içeride, kimi aşağıda, kimi yukarıda ama içeride, orada yaşayanları tanımıyor, kapısına gelenlerin arasında olduklarından emin ama, bunu düşününce biraz daha sessizleşti, ağaçların arkasına saklanarak geçti her zamanki gibi. İlçe yoluna sapınca uzun bir iniş bekliyordu onu, evsiz, insansız, yine de dikkati elden bırakmadı, yolun dışından, kuytulardan indi.
Her gelişinde biraz daha perişan görünüyordu ilçe. Pazar yerine uğradı önce, darmadağın tezgahların arasından pasaja girdi. İlk terk edilen yerlerden biri burası. Etrafta, orada burada ölülere rastlamıyor artık ilk haftalarda olduğu gibi, ama her an enfekte olmuş biriyle karşılaşabilir. Onlardan daha az korkuyor zaten. Doldurdu çantasını başkalarının pek ihtiyaç duymadığı şeylerle. Köpekli amcanın köşesine gelince durdu, birkaç damla yaş da buraya düşürdü gözünden.
İlçedeki teröre ilk şahit olduğu gündü o gün. Biraz erzak vermek için yanına gidiyordu. Uzaktan görünce yine köpeklerden birini sevdiğini sandı, bütün köpeklerin ulumaya benzer bir sesle havladığını duyunca ayrımsadı olanları, adımları dondu, kalakaldı öyle. Dişlerinin arasından çıkan hırlamaya benzer bir sesle, çıplak elleriyle parçalıyordu hayvanı. Gözlerindeki öfkeyle dağlara baksa dayanmazdı dağlar, parçalanırdı. O sırada vurdular onu. Yüzükoyun yere kapaklandı. Koşmaya başladı o zaman nedenini bilmeden, hangisi daha vahşiydi, ölen mi, öldüren mi? İçinde duyduğu dehşetten mi kaçıyordu? Kıyamet gibi ahlarla dizlerinin üstüne çökene kadar koştu.
Bir sürü teori, ayyuka çıkan tevatürlerden sonra, aşı çalışmaları virüsün insan yapımı olduğunu ortaya çıkarmış, dahası kanıtlamıştı. Babası anlatmıştı son konuşmalarında. En başta yağmur bulutlarıyla yaymışlardı bütün dünyaya. Sarmal ipliklerini kesip ekledikleri, genetiği değiştirilmiş virüsün aşısını da yapmışlardı muhakkak. Ellerinde patlamıştı her türlü rant planları. Kontrolleri altında sandıkları salgını bitirecekleri gün için hedef tutturmayı bekliyorlar, bu kanlı sonu hiç hesaba katmıyorlardı. Mutasyona uğramıştı virüs. Virüsle şaka olmazdı. Arka arkaya açıklamalar geldi devlet başkanlarından; Danışıklı dövüşün sonu evdeki hesaba uymayınca, günah keçisinin ipliği pazara çıkarıldı her gün daha da yükselen seslerle hep bir ağızdan. Az kaldı demişti babası, az kaldı kızım, bulduk da, bulduk demeden önce emin olmak gerek.
Nerdesin peki baba! Neden hala yoksunuz! Babası enfekte olanların kontrollü uykuda tutulduklarını söylemişti. Hükümet burada olanlardan haberdar mıydı? Yoksa ortada hükümet diye bir şey kalmamış mıydı? Bir aydır haber alamamıştı onlardan. Ne oldu baba? Orada da çıldırdı mı insanlar? Kaymakamlık desteğiyle ava çıktılar burada, camilerden anonslarla ava davet ettiler günler boyunca. Kapılarını kilitledi hastaneler. İnsanlar yalnız kaldı. Anneannemle, dedeme bakacak bir hastane yoktu. Siz de yoktunuz! Yoksunuz baba. Nerdesiniz?
Virüs, ağırlıklı olarak merkezi sinir sistemini etkileyen nörolojik bir tutulumaya neden oluyordu. Yavaş seyrediyordu hastalık. Ama ilk başından itibaren düşük düzeyde de olsa etkilerini gösteriyordu. İlk günlerde yutuba düşen bir videoda görmüştü. İki küçük oğlunu valize koyup öldürmeye götüren Asyalı bir kadın, eşinin ihbarı üzerine yakalanarak polisler tarafından alıkonulmuş, kaldırıldığı hastanede çocuklarının cezalandırımayı hakettiklerini söylemişti. Amerika ve Avrupa gibi, aile bağlarının nispeten zayıf olduğu, yalnız yaşayanların çoğunlukta olduğu coğrafyalarda durum kısa zamanda faciaya dönüşmüştü. Sokağa çıkma yasağını ihlal edenlerin -virüs akli melekeleri zayıflattığından- enfekte olduklarına hükmedilerek keskin nişancılarla resmen kıyım yapılmıştı. Ama Türkiye’de durum kontrollü seyrediyordu. İnsanlar azıcık sinirde bile, ya kendileri ya aileleri tarafından testlere götürülüyorlardı. Kontrolsüz durumlarda, ya da başıboş saldırganlara rastlanıldığında müdahale için yatıştırıcı iğneler kullanılıyordu. Tüm yurtta süresiz sokağa çıkma yasağı uygulanıyordu. Sağlık personeli evlerde taramalar yapıyordu. Peki şimdi n’olmuştu? Neden ilçe kendi kaderine bırakılmıştı. Neden iletişimin bütün yolları kapanmıştı? Son bir ayda nasıl her şey böyle çığırından çıkmıştı? Aklı almıyordu.
Ana caddeye yöneldi fişek almak için. Orada karşılaşacaklarından korksa da başka çaresi yoktu. Dedesinin tüfeği sayesinde uzak tuttu bugüne kadar onları. Sokaktan çıktı. Tek tük arabalar geçiyordu caddeden. Çoğu resmi plakalı. Av malzemeleri dükkanının karşısındaki sokakta sotaya yattı. Etrafı kolaçan etti bir süre. İlçede açık olan nadir dükkanlardan biriydi burası. Birbirini öldürmeye meraklı bir ilçede normal bir durum. Nedense hiç konuşmaz sahibi, onunla ilgili bir şey bilmez gibi kayıtsız davranır her zaman. Para kazanmaya devam etmek istiyor belki de, belki de hala insanlığını kaybetmeyen birileri var bu ilçede. Parasını ödeyip kutuları çantasına koydu. En kötü ihtimalle bir hafta idare eder bunlar. En kötü ihtimalin gerçekleştiği gün, bunun iki katını harcayıp hala gelmeye devam ettiklerini hatırlayınca dudağını ısırdı. Paçayı zor kurtarmıştı.
Tam kapıdan çıkarken bir araba durdu önünde. Askeri bir araç. Koca bir konvoy vardı arkasında. Kamyonlar, zırhlılar, hatta tanklar! Ordunun burada işi ne! Kaymakamlık emrine bir de ordu mu tahsis edildi! Döndü, tezgahın arkasındaki adama baktı. O mu ihbar etmişti? O kadar da iyi değilmişsin ha diye geçirdi içinden. Adam da en az onun kadar şaşkın görünüyordu. Olsun, yüzü gözü kapalı. Tanınmış olamaz. Hiçbir şey yokmuş gibi geçip gitmeyi deneyecek. Önünde durduğu aracın arka kapısı açıldı bu sırada. Ona uzanan kolları gördü. Annesi bu, sonra babası, gelip sarıldılar. Gözlerine inanamadı, kıpırdayamadı, ağzını açamadı, konuşamadı. Koşacaktı hani, boyunlarına atılacaktı! Yapamadı. Onu sarmalayan kollarına, kucaklarına yığılıp kaldı.
Ayıldığında annesi başındaydı. Saçlarını okşuyordu. Eve gelmişlerdi. Dedesinin evine. Hava kararmıştı. Yanı başında açık bir test kiti duruyordu. Kıyafetlerini çıkardıklarına göre sonuçlar negatifti. Annesinin dudağının iki kenarında bir üzüntü kıvrımı belirmişti anlayışlı bir tebessümle gölgelemeye çalıştığı. Babası ellerini arkasında bağlamış, bitmez bir yolda yukarı aşağı yürüyordu. Sıvalı paçalarına sıçramış çamura bakılırsa mezarlarını aramıştı. İkisinin de cevabını öğrenmek için can attığı o soru işareti kocaman bir cüsseye bürünmüş odanın ortasında dönüp duruyordu. Onlardan önce davranıp doğruldu. Tedaviyi buldunuz mu? Neden orduyla geldiniz? Neden bu kadar geç kaldınız?
İlçede olup bitenler, şehre kaçabilenler tarafından bir süre önce basına sızdırılmış, ailelerinden haber alamayanların CİMER’e ihbarı da eklenince hemen inceleme başlatılmıştı. Babası, ona ulaşamayınca gelmeye çalışmış ama başaramamıştı. Kaymakam bütün mahalli idarelerin ve bölgesindeki jandarmanın yönetimini ele geçirmiş, her türlü iletişimi kesmiş, ilçeye giriş çıkışları yasaklamıştı. Hükümetin haberdar olması, doğrulaması derken zaman kaybedilmiş ama sonunda İçişleri Bakanlığı yetkilendirilerek nihayet bugün ilçeye orduyla müdahale edilmiş, kaymakam derdest edilip tutuklanmıştı. Bölgeye askeri bir ambulans ordusu da sevk edilmişti.
İyi misin? diye sordu annesi. Ne yedin, ne içtin? Ne zamandır yalnızsın? Tüfeği… (Bu sorunun devamını getiremedi babası.) Son konuşmamızdan sonra her gün aradık. Sen de aramaya çalıştın mı? Maillerimize de dönmedin? Tabii bilgisayar da çalışmıyor. V.s. V.s. Başka soru kalmayınca kaçırdılar bakışlarını ikisi de, sormak için can attıkları ama bir türlü soramadıkları sorunun cevabını aradılar halının ilmeklerinde. Av dükkanından çıkarken bulmuşlardı onu, tüfek kapının arkasında duruyordu?
Tedaviyi buldunuz mu? diye sordu tekrar. Zoraki gülümsedi babası, başını evet anlamında salladı, sonuç almaya başladık dedi.
Ayağa kalktı. Babasının elinden tutup annesinin yanına oturttu. Önlerinde diz çöküp avuçlarına bıraktı ellerini. Önce dedem hastalandı dedi, sonra o da gözlerini kaçırdı. Anneannem fark etmiş, bana söylememiş önce. Emin olmadan korkutmak istememiş. Hastanelerin kilitlendiğini, hastalara yapılanları dinlemiştik dedemden, size de ulaşamıyorduk, bize kimsenin yardım etmeyeceğini biliyorduk yani. Allah’tan tembihlediğin ilaçları temin etmiştik baba. Gece uyuyunca, dedeme morfin verdim. Sıkıca bağladık onu. Anneannemin fikriydi. Gün geçtikçe değişti bakışları, vahşileşti, çok çabuk oldu ilerlemesi. Düzenli yatıştırıcı veriyordum. Tecrit de etmiştik. Kıyafetlerimiz olmadan girmiyorduk yanına. Anneannem doyuruyordu onu sık sık. Kontrolümüz altındaydı, arada bir bağırıyordu sadece, kendine zarar vermesine müsaade etmiyorduk. Nasıl haberi oldu o adamın bilmiyorum, aşağıda yaşayanlar var ya, hani oğlu vardı. Yutkundu. Tekerlekli sandalyedeydi, geçen yaz, görmüştük buraya gelirken, Samet. Tekrar yutkundu. Elini sıktı annesiyle babası aynı anda. Yanındalar. Allah’ım yanımdalar! Bir an gözlerine bakıp ikisinin, sonra yine kucaklarına indirdi bakışlarını. O adam muhtarla ve bir sürü adamla çıkageldi. Dedemi istediler bizden, onu öldüreceklerdi. Ateş ettim. Hem de vurmak için. Elimi tuttu anneannem, tüfeği doldururken, olmaz dedi. Savuşturmakla yetindim sonra, hazırlıksız gelmişlerdi o gün, böyle bir mukavemet beklememişlerdi herhalde. O gece, uyuduktan sonra morfinin de yardımıyla, dedemi aşağıdaki terkedilmiş evin bodrumuna taşıdık el arabasıyla, orada devam ettik ona bakmaya. Evin arka tarafında kalıyor bodrum, kömürlükmüş önceden, asma kilit taktık üstüne. İki gün sonra tekrar geldiler. Hazırlıksız yakalandık o zaman, geceydi, uyuyorduk. Eve girmişlerdi. Dedemi bulamayınca bırakıp gittiler. Yine geleceklerini söylediler. Hırsımdan sabaha kadar ağladım. Sonra anneannem de hastalandı. Sustu bir süre, anne babasının ellerini seyretti. Ellerini sakladığı, o elleri. Annesinin hıçkırığını duyunca kendine geldi. Ağladığını görünce atıldı hemen, kızdı kendine. Yoo, yanlış anladın annem dedi. Gözyaşlarını sildi annesinin ağlayarak. Yirmibir gün oldu dedi, oradalar. Her gün şafak sökmeden gidip ilaçlı yemeklerini bırakıyorum. Uyanınca ilk işleri yemek yemek, sonra da sakin sakin oturuyorlar. Birkaç gecede bir morfinle üstlerini başlarını temizliyorum. Bütün günü de meraklı gözler için pencerede geçiriyorum ki, onları burada sanıp rahat bıraksınlar. Daha bu sabah geldi üç tane işgüzar, geçten tiplerdi ama hallettim. Yaşıyoruz annecim, üçümüzde yaşıyoruz. Üç haftadır sizin gelmenizi bekliyoruz.
son