Havaya karışan yoğun egzoz dumanına inat, yağmurla karışan toprak kokusunu duymaya çalışıyorum. Okula geç kalıyormuşum ,Fahri hoca beni "yine niye geç kaldın yamuk" diye paylayacakmış hiç umrumda değil. Tüm matematik öğretmenleri gibi fazla şakacıdır kendisi.
Cebimi yoklayıp babamdan kaçırdığım sigaraya ulaşıyorum. Durağa geçip otobüsü beklemeye koyuluyorum. Elimde küçülen sigaraya bakarken aklımda tek bir soru. Acaba babam sigaralarını sayıyor mudur?
İyiden iyiye şiddetlenen yağmurda daha fazla bekleyemeyeceğimi anlayıp başlıyorum koşmaya. Nihayet köşe başında bir çay evi buluyorum. Destursuz çamurlu ayaklarla atıyorum kendimi içeri.
Çini desenli duvarları, eski ahşap masaları ,yerde serili olmasına rağmen pırıl pırıl halısı ile sade ve bir o kadar sıcak bir ortamda buluyorum kendimi.
Kimse var mı yok mu diye göz gezdirip bir tabure çekip oturuyorum . Yağmurdan sırılsıklam olmuş çantamı çıkarıp masaya bırakıyorum. Ocağın üzerindeki bakır çaydalığa takılıyor gözüm; en kısık ayarda sakince demlendiğini hissediyorum." Fahri hocanın dersi çoktan bitmiştir "diyorum içimden. Başımı kapıya çevirip bardaktan boşanırcasına yağan yağmura bakıyorum.
"Nasibi kadar ıslanır insan yağmurdan" ürküyorum. Bordo kareli bir kazak, üzerinde siyah bir yelek, uzun boylu denilemeyecek ama nedense heybetli bir bey amca. Beyaz sakalları boynuna kadar uzanmış. Tebessümlü bir ifadeyle" yağmur rahmettir de. Eskiler yağmur yağdı değil de yağdırıldı derlermiş."
Ocağa uzanıp demli bir çay doldurup masama getiriyor. Ağır adımlarla çayın başına dönerken " bi kaç harf fazla kullanıp yaradanı hatırlamak aslında"
Verecek cevap bulamıyorum. Bütün kelimelerimi dün tüketmişim sanırım. Kendimi bildim bileli her ortamda en çok konuşan esprileriyle şakalarıyla ortalığı çoşturan ben. Dün bir şaka yaptım. Sonunda çok güleceğimi düşünmüştüm . Öyle ya düşündüğümüz gibi olmaz çoğu zaman.
Dün ikinci derste can sıkıntısından etrafı gözlerken ilginç bir şey fark ettim. Kahkaha patlamamak için kendimi zor tuttum. Neyse ki zile kadar dayanabildim. Zilin çalmasıyla yerimden fırlayıp yan sırada oturan Sefa'nın çantasındaki tavşanlı anahtarlığı kapmam bir oldu. Sefa olayı çakmadan anahtarlığı kapının dışına bantlayıp 'tavşanlılar giremez' diye not ekledim altına. Ben Sefa yerinde olsam çok gülerdim bu şakaya. Ama ben sefa değildim. Benim hiç küçük kız kardeşim ölmedi. Ben hiç onun ardında bıraktığı bir oyuncağıyla teselli bulmaya çalışmadım.
Önümde soğumuş duran çaydan birkaç yudum alıp yerimden kalktım. Cebimi yoklayarak bey amcanın yanına giderken "Bizde soğumuş çaylar içilmiş sayılmaz, bir dahakine..."
"Eyvallah" deyip çıktım çay evinden. Şimdi boş gözlerle inceliyorum etrafi. Yağmur çoktan durmuş. İki kedi şaşkın gözlerle etrafa bakakalmış.Bir amca köpek dostlarla hasbihale dalmış. Simitçiye ağır gelmiş dünyanın yükü. Herkes nasibi kadar ıslanıyorduysa yağmurdan, bu yağmurda en çok ben ıslanmışım.