Not: Ek Zorluğu Kullanmadım
YAZAMAYAN YAZARIN ÖYKÜSÜ
Uçak öğlen on dört otuzda iniş yaptı yere. Valizimi kaptığım gibi soluğu havalimanının mescidinde aldım. Önce tahıyyatı mescid namazı kıldım iki rekat. Sonrasında vakit namazı. Namaz bitince farzı kısalttığım için içimde bir utangaçlık hasıl oldu. Ben misafir olarak mı geldim buraya? Mukim olmak değil miydi niyetim? Yıllarca bunun için uğraşmadım mı? Öyleydi elbet. Yatılıda geceleri sabahlara kadar ders çalışırken de, final zamanı kütüphanelerde uyuklarken de öyleydi. Öğretmen olup ülkemizin bir köşesinde hizmet etmekti niyetim. İnsanoğlu kuş misali konar göçer derdi babam haklıydı. Şimdi ilk defa kanatlarımı bilmediğim semalarda çırpıyordum ve konmak için bir yurt arıyordum.
Havalimanının taksisine binip beni ilçe terminaline götürmesini istedim. Şoför elimdeki bavul ve konuşmamdan buraların yabancısı olduğumu anlamış olacak ki hikayemi sordu. Ankara'dan geldiğimi ve ilk görev yerim olan Vakfıkebir'e gideceğimi söyledim. Bana doğru dönüp sizin oralar nasıl, Ankara karışmış diyorlar doğru mu dedi. Benim de sizden farkım yok, haberlerden ne duydumsa o. Bakanlığa yakın oturmuyoruz biz. Tanıdığımız da yok dedim. Nasıl olur ya? Ankara'da her sülalede mutlaka bir siyasetçi çıkardı eskiden. Yok mu sahiden diye sordu. Yok dedim. Aslen Adapazar'lı annem babam. Memuriyet sebebi ile yıllar evvel Ankara'ya gelmişler. Sonra da kalmışlar işte. Hee şimdi anlaşıldı,zaten bakanlıkta tanıdığın olsa ne işin var ki Allah'ın Vakfıkebir'inde, dedi. Şoför bu cümleyi o kadar alaycı ses tonu ile söyledi ki bu ilçenin hatta diğer karadeniz şehirlerinin tercihlerimde ilk sırada olduğunu dahi izah etme çabasına girmedim. Sustum. Suskunluğum şoförü rahatsız etmiş olacak ki; şaka yaptım be öğretmen bey dedi. - Karadeniz insanının şakacı olduğunu biliyordum ama bu ima da fazlaydı - Korkmayasın hemen. Güzel yerdir Vakfıkebir. Havası temiz suyu tatlıdır. Şehre de ulaşımı kolaydır sıkıntı çekmezsin dedi.
Siiiiiiiiiil !
Tek tuşla siliyorum bütün salakça şakaları, öğretmeni, yolları ve taksi şoförünü…
Bilgisayarı kapatıp kendime bir kahve yapıyorum. Telefonuma gelen mesaja bakıyorum. Halil mesaj atmış öykü hazır mı diyor. Halil tam yetmiş iki saattir bu soruyu soruyor bana ve ben yetmiş iki saattir cevap veremiyorum.
Dört yıl evvel akademisyen olmaya karar verdiğim zaman bir yol ayrımına girdiğim farkında değildim. Ailemin; bırak bu yazı çizi işlerini ekmeğini eline al sitemlerine kulak asacak yaşı da çoktan geçmiştim. Geçmiştim amma kulak asamamıştım işte. Tüm zamanımı makale yazmaya ve öğrenci yetiştirmeye adamıştım. Yolun bu tarafını yani akademisyenliği seçmiştim. İşim; yazıp çizmek, bolca okumak, hem sevdiğim işi yapar hem de dergiye devam ederim diye düşünüyordum. Öyle olmadı maalesef.
Kuruluşunda canla başla çalıştığım dergimizin önce yönetim kadrosundan çıktım. Sonra da yavaş yavaş sıyrıldım aralarından. Ayda bir yayımlanan dergimize önceleri her ay öykü gönderiyor hatta vakit buldukça editörlük işlerini de yapıyordum. Akademideki dersler ağır gelmeye başladıkça bırak öykü yazmayı elim dergi okumaya gitmez oldu. Kafamı makalelerden kaldıramıyordum ki.
Başlarda Halil sürekli arar sorar ihmal etme bizi derdi. Şimdi sadece arada bir arayıp soruyor. Yeni bir diziye başlamışlar dergide üç kelime üzerine bir öykü yazılacakmış. Bu haftaki üç kelime; öğrenci, yağmur, şaka. Bunlarla dedi, bir öykü yazar mısın? Yazarım dedim tam yetmiş iki saat önce. Şu an yazamıyorum. Kahvemi içerken kelimeler üzerine düşünüyorum. Yağmur nedense bana hep karadenizi çağrıştırıyor sanki başka yerde hiç yağmur yağmazmış gibi. Mesela bugün burada hava kapalı ve buna paralel olarak içim çok daralıyor. Ben asla karadenizde yaşayamazdım ama öykümün kahramanına acımıyorum. İlk görev yeri olarak onu karadenize hem de karadenizin ücra bir köşesine Vakfıkebir'e gönderiyorum. Ankaralı idealist bir öğretmen. Aman ne de yaratıcı! Sorsalar sana, deseler ki hiç oralara gittin mi? Yağmurunda ıslandın mı karadenizin? Vakfıkebir ekmeği yedin mi hiç? Bilir misin tadını? Dumanı üstünde tüten, fırından yeni çıkmış tazecik sert ama bayat değil. Ne cevap veririm bilemiyorum. Kurgu der geçerim herhalde ama kurguda vermeye çalıştığım his onlara geçmeyebilir. İşte Vakfıkebir ekmeği ile ilgili tüm bildiklerim bunlar. Bunları da internetten izlediğim videolar ve okuduğum yazılardan öğrendim. Gönül isterdi ki gideyim dünya gözüyle göreyim oraları, ekmeğinden tadayım ama nasip değilmiş...
Tekrar bilgisayarın başına oturuyorum. Bu kez öğrenci kelimesi üzerine düşünüyorum. Arapçası talebe olan bu kelimenin içinin ne denli boşaltıldığını fark ediyorum. Şimdiki öğrenciler talep etmiyorlar ki! Üniversiteye kapağı attım mı gerisi hoş. Ah öğrenciler! Mesleğe ilk başladığım yılları düşünüyorum. Birden karadenizin ücra bir kasabasına göreve giden idealist öğretmenin gömleğini giyiyorum üzerime. Ben de sen gibiydim diyorum. Engebeli yollardan geçtim, yağan yağmurda da ıslandım, öğrenciler tarafından hayal kırıklığına da uğratıldım ama bak şimdi… Devam etmeli miyim bilmiyorum. Güzel bir şey ile bitirmek isterdim oysa ki. Yontula yontula bu hale geldim diyebilirim ancak. Üzgünüm ankaralı öğretmen seni öykümde yaşatamayacağım. Bu klişeye düşemem.
En iyisi sınıfımdaki bir öğrencinin hikayesini yazmak diye düşünüyorum. Öyle ya kimler geçmedi ki önümden elbet yazacak bir şey bulurum. O sırada telefonum çalıyor. Arayan yabancı bir numara. Telefonu sessize alıyorum ve geçtiğimiz dört yıl boyunca dersine girdiğim yüzlerce öğrenciyi gözümün önüne getiriyorum. Hepsi silik yüzler. Hatırladıklarım ise ya çok çalışkan ya da çok tembeller. Bir de haylaz bir öğrencim vardı. Derse ilk geldiğim gün sınıfı organize etmiş bana şaka yapmışlardı. Hababam sınıfı mı oğlum burası diye kızmıştım. Birinci sınıflar işte. Henüz lisenin rehavetini atamamışlardı üzerlerinden. Öğrencimin adını hatırlamaya çalışıyorum. İsmail miydi Ferhat mıydı emin olamıyorum. Hem ne önemi var ki canım kurguda ismini değiştiririm ne de olsa.
Derslerde arkadaşları ile şakalaşır sonra da not istemek için peşlerinde dolanırdı. Sınavlarda zar zor geçer not alırdı. İyi kalpli bir çocuktu bundan olsa gerek arkadaşları onun şakalarına aldırış etmezdi. Küçük bir arkadaş grubu vardı. Evet bunu yazabilirim belki. Üzerine düşündükçe hatrıma bir şeyler geliyor. Yağan yağmurda yürütürüm onu hem de ne yürütmek! Sirkeci'den Bakırköy'e. Böylelikle bana ve arkadaşlarına yaptığı şakaların intikamını almış olurum. İlk seneden sonra görmedim bilmem şimdi nerdedir. Telefonumun ekranı yanıp yanıp sönüyor. Üç cevapsız arama bir yeni mesaj. Arayan yine yabancı numara ve aynı numaradan uzunca bir mesaj
"Hocam merhaba ben iki yıl önce dersine girdiğiniz birinci sınıflardan Ferhat Kalamış. İlk seneden sonra okulu bırakmak durumunda kalmıştım. Tekrar sınava hazırlandım ve şimdi Londra'da bir üniversiteden kabul aldım. Müsait olduğunuz bir vakit sizinle konuşmak istiyorum. "
Yağmur bardaktan boşanırcasına yağmaya başlıyor. Soğumuş kahvemden son bir yudum alıp balkona doğru yöneliyorum. İpteki çamaşırları toplarken Ferhat'ı düşünüyorum. Mesajına cevap verip anlatacaklarını dinlemeyi istiyorum. Böylelikle öyküsünü yazabilirim. Şu işe bak sen! Haylaz Ferhat Londra' nın önde gelen üniversitelerinden birini kazanmıştı üstelik bu kez şaka da yapmıyordu.