Doğa Ekspresi

Elif Ezgi Bektaş

Kelimeler; öğrenci, yağmur, şaka.

Kendi resmimin de içinde bulunduğu bir öykü yazmak istedim, o yüzden onu da ekledim. Dolayısıyla ek zorluğu kullanmadım, bilginize.

ÖYKÜ:

DOĞA EKSPRESİ

Giriş

Yağmurdan sonraki toprak kokusunun tarif edilmez olduğunu okumuştum bir kitapta. 2057 basımlı çok eski bir kitaptı, belki de o tarihte tanımlanamıyordu toprak ve kokusu. Ama şimdi pek tabii söyleyebilirim; magnezyum, demir, çinko -boş yere satır tutacak diğer mineraller- ve hangi besin yetiştirilecek ise ona özel hazırlanmış gübre koktuğunu. Denklemi söyleyince tarif edilmiş oldu değil mi? Denklemler, bütün farklılıkların sonucunu tanımlamak için varlar zaten. Örneğin toprak=1 ve yağmur=1 ise toprak + yağmur= yağmurlu toprak kokusu= yine bir. Hepsi, her şey, doğaya ait tüm problemler ve sonuçları; tek fabrikadan çıkmış gibi 'bir' ve aynıdır günümüzde.

Günümüz; geçmiş zamandaki insanların bilim kurgu dediği dünyanın; kanlı canlı, bilinçli ve gerçekten var olan hâlidir. Ama itiraf etmeliyim; geçmiş zamandaki insanların -yani sizlerin veya onların- geleceğe yönelik yazdıklarını okudukça bugünümüzden birazcık utanıyorum. Maalesef sizleri hayal kırıklığına uğratacağım. Benim dünyam; düşlediğiniz kadar mükemmel değil, teoriler yürüttüğünüz gibi korkutucu da değil, hâlâ mutasyona uğramadık, hâlâ iki kol ve iki bacağımız var, normal bir insan formundayız.

Belki de bu satırlar elinize hiç ulaşmaz ve yanıldığınızı öğrenemezsiniz ama ben, bir-iki yüzyıla kadar zamanda yolculuğun bulunacağını düşünüyorum. Zaten o yüzden yazmaya başladım, hedefim; -şimdiki zamanı boşverin- geçmiş ve gelecekteki en çok okunan yazar olmak. Ve bu kitapta da sizlerin aksine gerçekten yaşanmış hikâyeler anlatacağım ama sanırım ondan önce birkaç teknik bilgi vermem gerekiyor.

Öncelikle, henüz bilinen dünyayı yok etmedik, hepsini değil yani, bilginize. Ayrıca tek bir dünya devleti de yok, tam sekiz tane birbirinden farklı devlet var yeryüzünde. Ve herkes dinsiz değil. Kaynaklarınıza bakıyorum da; kitaplardan uzak, teknoloji bağnazı, düşünceden yoksun insanlar olarak tarif ediyorsunuz bizi, ayıp oluyor.

Üzülerek söylüyorum; henüz ışınlanmayı bulamadık, Marsta yerçekimi kuvveti sağlayacak bir icadımız da yok, uçan arabalar ise şu an test sürüşündeler. Ama manyetik kuvvet ile uçuyormuş gibi görünen trenlerimiz var ve gayet kullanışlılar, üstelik saatte 600 km hıza ulaşabiliyorlar. Helikopter kullanımı da yaygınlaştığından şimdilerde karayolları pek kullanılmıyor, bu yüzden hava trafiği iyice sıkışık hâle geldi, artık bir çözüm bulmalılar ama neyse size kendi ülkemin yönetimini şikayet etmeyeceğim. Anladığınız üzere; henüz robotlar veya uzaylılar işgal etmedi hayatımızı, devletleri hâlâ insanlar yönetiyor.

Tabii ki size hangi devlette yaşadığımı söylemeyeceğim, sınırlardan ve medeniyetlerin coğrafi konumundan bahsetmeyeceğim. Bir de benim yüzümden kaygılanıp savaşmanızı istemiyorum. Şu da var; bu tarz bilgiler kitabın yayınlanmasını engelleyebilir, çekiniyorum, o yüzden de dikkatli davranmalıyım. Son olarak karakterlerimin ırklarından, dinlerinden ve fiziksel özelliklerinden de söz etmeyeceğim, onları kendinizle bağdaştırabilirsiniz.

Evet siz, sevgili geçmişteki dostlarım,

Ben şu an hiç bilmediğiniz bir dille yazıyorum ama bu kitap elinize ulaştıysa çoktan dil bilimcilerimiz tarafından sizin dilinize çevrilmiş demektir. Yine de öykü başlıklarının orijinal dilde kalmasını vasiyet ediyorum. Nihayet, asıl konuya gelebilirim, ne diyordum; hikâye, size gerçek bir hikâye borcum var.

Doğa Ekspresi- Flenda Krayoni

İnsanlık bundan yıllar yıllar önce dünyayı ikiye bölme kararı aldı. Gittikçe artan makineleşme ve doğanın tahribi dünyanın dengesini bozmaya başlamıştı. Ozon tabakasındaki incelme, değişen iklimler ve artan salgın hastalıklar yüzünden insan ırkı tehlikedeydi, dünya nüfusu 2 milyara düşmüştü. Beş yıl süren Büyük Devrim Savaşları'ndan sonra; galip gelen sekiz ülke lideri masaya oturdu ve insan ırkının geleceğini kurtarmak için planlar yapmaya başladı. Uzayda henüz yaşam belirtisi bulunamadığından ellerinde kalan tek dünyayı; emektar, koca yaşlı şişko dünyayı ve o dünyanın hâlâ hayat barındıran taraflarını kurtarma kararı aldılar.

Her devlet toprağını ikiye böldü. Kurak ve verimsiz yarısını sanayi tesislerine ve insanlara ayırdılar. Diğer yarısını ise bitkilere, hayvanlara, doğaya bıraktılar. Ve ellerindeki son tohumları, son fideleri bu alana gönderdiler. Hayvanat bahçeleri boşaltıldı, nesli tükenecek diye korkulanlar bile özgür bırakıldı. Botanikçilerin, zoologların, bütün insanlığın çabasıyla medeniyet ve doğanın arasına büyük duvarlar örüldü. Birbirinden ayrıldılar, çünkü dünyanın yaşaması ancak tüketen insanın doğadan tamamen uzaklaşmasına bağlıydı. Ardından teknolojiden ve sanayiden uzak duracak çiftçiler yetiştirmeye koyuldular. Bu çiftçiler medeniyet duvarının diğer tarafında yaşayacak ve duvara yakın, sınırlı bir alanda dünyanın ihtiyacı olan besini üreteceklerdi. Hayvancılık ilerlediği takdirde de et üretimine başlayacaklardı. Sonra da bu ürünler belli aralıklarla duvarın diğer tarafına geçirilecekti. Aktarmanın raylı trenlerle olmasına karar verildi çünkü onların kullanımı manyetik alan oluşturulmasını gerektirmiyordu ve uzaktan kontrol için elverişsizlerdi. Bu sayede duvarın doğa bölümünde radyasyonu en aza indirdiler.

Her devlet, bu şekilde kendi bitki örtüsü ile uyumlu üretim yapmaya başladı ve birbirlerinin ihtiyacını ihraç ettiler. Mecbur kalınmadığı sürece duvarın doğa tarafında madeni çalışma yapılmayacak bir iş makinesi bile içeri girmeyecekti, girmedi de. Sistem, tam 70 yıl kendini korudu ve sorunsuz devam etti. Ta ki devletlerden birinin çiftçi bölgesinde, yasak olan yapılana kadar.

***

Medeniyet duvarının diğer tarafında insanlar oksijensentez makinelerini icat etmiş ve onları kullanmaya başlamıştı. Bu makineler kirli havayı süzüp oksijen sentezleyebiliyor, havadaki bileşenleri doğal gaz, patlayıcı gaz ve geri dönüşüm gazı olarak ayırabiliyordu. Yani bitkilerin yaptığı yegâne görev, bir makine tarafından işgal edilmişti. Neyseki henüz kendi kendine sebze-meyve yetiştirecek bir metal yığını yoktu da devletler duvarı yıkmak gayesine düşmediler.

Dünyayı kurtarma emelleri taşıyan; içlerinde bilim adamlarının, mühendislerin, doktorların ve yargıçların da bulunduğu, çiftçi olmaya gönüllü gruplar 70 yıl boyunca üstlerine düşen her şeyi yaptılar. Kendilerine yeni bir yaşam alanı oluşturdular; çocuklarını orada yetiştirdiler, onları doğal yaşam şartlarına ve çiftçiliğe yatkın olacak şekilde eğittiler. Çoğaldıkça yeni şehirler kurdular, tek katlı evlerine sade yaşamlar sığdırıp mutlak kuralların yanında kendi adalet sistemlerini geliştirdiler. Örneğin; her devletin çiftçi topluluğunda duvardan silah geçmesi yasaktı. Ama bazılarında hırsızlık yapanın en değerli malı elinden alınırken bazılarında hırsızın eli kesilirdi. Fakat her devletin kesin kuralı; adam öldüren olursa trenin son vagonuyla medeniyet hapishanesine gönderilmesiydi. Bu kararları içlerinden en bilgelerin seçildiği meclis verirdi, suç oranının düşüklüğünden bu meclisin görevi de yok denecek kadar azdı.

Çiftçi topluluklarında farklı inançlara sahip insanlar da vardı, bunların her biri kendi ibadethanelerini yaptılar. Gördükleri savaşlardan ve hastalıklardan kavga etme yetisini neredeyse yitirmiş olan bu insanlar, birbirinin dinine bile karışmıyorlardı. Dünya onlara sil baştan yaşayın, demişti sanki. Ve onlar da sil baştan, en iyisinden, en barışçılından yaşadılar. Tam 70 yıl boyunca. Ama hayatlarını insanlığın devamına adayan, karşılığında ise sadece dünya barışı isteyen bu çiftçiler, oksijensentez makinelerinin icadından sonra farkında olmadan devletlerin gönüllü tarım işçilerine dönüşmüşlerdi.

Zaman ilerliyordu, ve en çağdışı toplumda bile gelişim kaçınılmazdı. İçlerindeki bilgeler ölüyor, yeni nesil büyüdükçe toplumlarında doğaya ve çiftçiliğe olan ilgi azalıyordu. Kafalarını kaldırdıklarında (?) onları, bilinmezlikler saklayan bir duvar karşılıyor; göremediklerine karşı duydukları merak isyana sürüklüyordu. Bu yeni nesil; dünya barışı için, insanlığın devamı için çiftçilik yaptığını biliyor ama duvarın ardındakilerin onlar için neler yaptığını bilmiyordu. Geçmiş zamanları büyüklerinden dinlemiş olsalar da, medeniyet duvarının ardında yaşayan insanların hangi işlerle meşgul olduklarını ve bu dünyanın devamlılığı için neleri feda ettiklerini bilmiyorlardı.

İşte tüm bunlar; devletlerden birinin çiftçi bölgesindeki bir grup gencin, yasak olanı yapmasına sebebiyet verdi.

Yasak olan; makinistle konuşmaktı.

***

Trene yükleme yapanlar arasından beş kişilik bir grup, göreve yeni başlamış genç bir makinistin yanına, vagon bekçilerine yakalanmadan girmeyi başardı. Önce makiniste çilekler, elmalar, armutlar ikram ettiler, o da afiyetle yedi. Ardından rayların bakım zamanının geldiğinden, vagon bekçilerinin suratsızlığından bahsetmeye başladılar. Makinist de en az onlar kadar meraklıydı. Gün içerisinde neler yaptıklarını, nasıl çalıştıklarını soruyor; aldığı cevapları ise ilkel buluyor ve hayret ediyordu. Ulaşımı atlarla sağladıklarını, tarlalarda hayvan gücünden yararlandıklarını duyunca epey güldü. Hele iletişim araçlarının olmadığını duyunca kahkahalara boğuldu. "Evet, evet burası çok güzel ama duvarın diğer tarafında hayat daha rahat ve kolay. Asla burada yaşamak istemezdim." demesi bardağı taşıran son damlaydı. Üstüne bir de "Hâlâ bu proje neden devam ediyor anlamıyorum, oksijensentez makineleri icat edileli iki yıl oldu, artık bu kadar yeşilliğe ihtiyacımız yok." demesi, tabiri caizse taşan bardağı kırdı.

***

O günün üzerinden bir ay geçti ve tekrar trenin duvardan geçip yükleme yapma vakti geldi. Nihayet tekerlerin demirle çarpıştığı duyuldu, insanlar yaklaşan o sesi evlerinden dinlediler. Tren geldi ve birinci yükleme istasyonunda durdu ama ne yük vardı ne de yükleyecek olan. Sonra ikincide durdu, yine yük de yükleyecek olan da yoktu. Üçüncüde durdu, aynı. Dördüncü, beşinci, altıncı derken tren on beş istasyondan da boş geçti, yolunu bitirdi ve geri döndü. O tren ilk defa duvara vagonları boş dönüyordu.

***

Tabii ki isyandı bu; kansız, silahsız, ölümsüz, pasif görünen ama aç bırakmayı hedefleyen aktif bir isyandı. Çiftçiler vagonları boş giden trenin, içi yetkililerle dolu olarak geri döneceğini düşünüyorlardı. Döndüğü zaman da, yetkililere duvarın ardındaki makineleri soracaklardı; dünyanın kurtulup kurtulmadığını, ibadet eder gibi yaptıkları işlerin evrensel meyvesini verip vermediğini. Kendilerine hâlâ ihtiyaç olup olmadığını soracaklardı. Ve belki de aldıkları cevap ile duvara yürüyeceklerdi. Ama iki ay boyunca tren boş geldi ve boş gitti. Sonraki beş ay ise hiç gelmedi. Tren artık beklenen bir şey olmuştu. Ama beklenen o tren bir türlü gelmedi.

Anladılar ki, onlar vagonları doldurmadı diye aç kalmıyordu insanlık. Diğer bölgeler yetiyordu devletleri doyurmaya. Gün geçtikçe depoları doldu, mahsulleri yığıldı, birbirleriyle takas edemez hale geldiler, hiçbirinin daha fazla yiyeceğe ihtiyacı yoktu. Ama ürünlerini uzun süre saklayacak donanımda depoları da yoktu, her şey ziyan oluyordu. Gönüllü ırgatlar bile artık zengindi; kendilerini iki yıl idare edecek kadar erzakları vardı, çalışmaya itecek bir amaçları ve açlıkları kalmamıştı.

Ellerindeki çürüyen bolluk ve göz alabildiğine uzanan araziler çiftçilere kalmıştı. Tek başınaydılar ve artık kendilerine yetmek, ürettiklerini işlemek zorundaydılar. Pamuk ile başladılar, renk renk kumaşları oldu. Evlerine katlar attılar, tarlalarının sınırını çizdiler, hayvanlarını böldüler. Çürüyen yiyeceklerini geri dönüşüm için gübre çukurlarına döktüler. Fakat geri dönüştüremeyecekleri, yenisini üretemeyecekleri şeyler de vardı, duvarın ardından onlara gönderilen şeyler. İlaç gibi, temizlik malzemeleri gibi şeyler. Stokları tükeniyordu. Doktorları tıbbi malzemeleri daha dikkatli kullanmaya başladı, tamircileri alet edevata iyi davranır oldu. Herkes yenisinin gelmeyeceğini düşündüğü eşyalarını muhafaza etmeye çalıştı. Ve sonunda hırsızlıklar arttı. Güçlü, güçsüzün elindekini zorla gasp eder oldu. Cinayetler baş gösterdi, hapishaneler kurdular. Çocuklarını eğitmeye vakitleri kalmadı, okullar açtılar. Bilinçaltlarında uyuyan binlerce yıllık kültür uyanmıştı. Kulaktan dolma bildikleri çağdaş toplum düzeni; bütün sadeliklerini, ilkelliklerini, mutluluklarını işgal etti. Bu ilerlemeye itiraz edenleri susturdular, bağnaz ilan edip kendilerinden uzaklaştırdılar. Gün aşırı, koşar adım çağlar atlıyorlardı. Esas devrim ise; şehirlerin liderleri madenleri işleme kararı aldığında oldu. Para ikinci defa icat edildi, artık karşılığı olmayan hiçbir şey yoktu.

***

Bir buçuk yıl boyunca o bölgeye tren gitmedi. Nedeni ise; bu isyanın uluslararası kabul edilmesiydi, bir devlette baş gösterdiyse diğerlerinde de gösterebilirdi. Bu yüzden isyana nasıl tepki verileceği Evrensel Mahkeme'de görüşülmeye başlandı. Bir devlet onları silahla bastırmaktan bahsetti, bu duyulunca aktivistler harekete geçti ve bu görüş direkt reddedildi. Bir diğeri, onlara para verilmesi gerektiğini; karşılığını aldıkları takdirde işlerine devam edeceklerini söyledi. Ama bu; çiftçileri de kendilerine benzetmek olurdu ve doğayı koruma amacına ters düşerdi, o sebeple reddedildi. Ve başka bir devlet, değişim çarkını döndürecek o fikri ortaya attı; artık doğayı korumak için onlara ihtiyacımız yok, dedi. Devletlerin, kendi maaşlı işçilerini çiftçilerin yerine yerleştirip daha az işçi ve daha çok teknoloji ile ürün elde edebileceğini savundu. Bu öneri mantıklıydı. Zaten, bu projeyi başlatan bütün devlet adamları ölmüştü, artık projenin savunucusu ve koruyucusu da kalmamıştı. Savunucusu olmayan bir şeyi yıkmak işten bile değildi. Projeyi bitirme kararı aldılar.

Bir buçuk yıl boyunca bu işi nasıl yapacaklarını düşündüler. Hazırlık yaptılar. Getirilen çiftçi halkı yerleştirecekleri binalar inşa ettiler. Kuracakları seraların alt yapısını oluşturdular ve kendilerine eleman yetiştirdiler. Geriye kalan tek şey; isyan bölgesinde yaşayan insanları da, isyan etmeyen diğer bölgelerde bulunanları da medeniyete taşımaktı.

***

Geldiler, geldiklerinde isyan bölgesini kendilerinin kötü taklit edilmiş bir kopyası olarak buldular. Liderlerine ev, altın, teknoloji, rahatlık, lüks, çağdaşlık… onların arzuladığı her şeyi teklif ettiler. Ve bilinmeyene duyulan özlem bilinen cennete galip geldi, çiftçiler doğaya arkalarını dönüp gitmeyi seçtiler. Kalmak isteyenlere ise deli muamelesi yaptılar ve onları ikna etmeye çabalamadılar. Büyüklerinin sözünü iyi dinlemiş olan bir iki aile kaldı, diğerleri gittiler. Geriye kalan yedi ülkede de çiftçi şehirleri boşaltıldı ve çiftçiler medeniyetin kucağına atılırken, doğa bir kez daha devletlerin ağına takıldı.

***

İşte o günden sonra sebzeyi de meyveyi de eti de buğdayı da devlet üretiyor. Hepsinin ambalajı aynı. Hepsi aynı boyda, aynı tatta ve aynı kokuda sanki. O seralarda çiftçilik değil klonlama yapılıyor. Hatta orada çalışan insanları bile kopyaladıklarını düşünüyorum, hepsi birbirine benziyor.

Medeniyet insanları oraya girdiğinde bazı şeyleri ilk defa gördü; dalından koparılmamış çiçeklerle, yuva yapmış kuşlarla, otlayan koyunlarla ve akan derelerle… ilk defa karşılaştı. Tabii ki taşıyabildikleri her şeyi taşımaya koyuldular. Şehirlerinde az da olsa beton kırıp ağaçlar ektiler. Evlerini begonyalar, nergisler, limon ağaçları ile süslediler. Devlet, yeşilin gerçek tonunu unutmuş medeniyet insanına, onu tekrar hatırlatmıştı. Ve insanlar da sokaklarını, meydanlarını o en güzel yeşil ile renklendirmeye çalıştılar. Hayvanları evcilleştiren kurumlar tekrar kuruldu; kediler, köpekler duvardan geçirilip insanlara yeniden dost oldu. Çiçekçiler çoğaldı, parfümlerdeki çeşitlilik arttı, botanik bahçeler rağbet gördü. Sanki hiç kimse -yani benim dışımda hiç kimse- değişen tadların, kokuların farkında değildi. Sorgusuz sualsiz; ödedikleri 70 yıllık kefaretin ödülünü kucaklıyorlardı, bu sefer neyden vazgeçtiklerini bilmeden. Doğanın medeniyete düşen küçük yansımalarını; bir ağacı, köpeği, çiçeği o kadar sahipleniyorlardı ki ellerinden alınan; toprak kokan domatesi özlemiyorlardı.

Peki ben neden özlüyorum? Ben neden sahiplenemiyorum tüm bunları? Zihniyetim mi bozuk? Geri dönmek için yürüyüşler yapan, eski çiftçiler gibi pişman mıyım? Hayır. Sahiplenemiyorum çünkü hâlâ çocukluk anılarımda yaşıyorum ve orayı, bilinen cenneti özlüyorum. Duvarın ardını. Akan suyu. Toprağa değen yağmuru. Pembe domatesi. İğde ağacını. Defne yaprağını. Kuş seslerini. Dibi görünmeyen gölleri. At arabasının iz ettiği o uzun yolu; o uzun yolun sonunda batan güneşi. Gökyüzünü örten sarmaşıkları. Medeniyetin bir trenle sınırlı kaldığı o yeri; saf ve gerçek doğayı özlüyorum. Her gün kendime "Hiç gelmemeliydim buraya, toprak kokusu hep tarif edilemez kalmalıydı." diyorum. Ama duvardan memnuniyetle geçenlerin aksine pişman değilim, çünkü pişmanlık isteyerek yapılan hatalara mahsustur, burada yaşamayı ben seçmedim. On beş yıl önce, dedem görevliler bize şaka yapıyor, dediğinde inandım. Oyun oynayacağız vaadine kandım. Ve yıldızlı geceyi ardımda bırakıp o duvardan geçtim. Fakat on beş yıl önce, çocuk da olsam, görevlilerin gidiyorsunuz derken, şaka yapmadıklarını anlamalıydım değil mi? Aslında pişmanım, bütün eski çiftçiler gibi. Duvarla şaka olmayacağını o yaşta dahi bilmeliydim.

Şimdi biliyorum. Çünkü geldiğimizde bize iyi davrandılar. Uyum kampı denilen yerlerde hepimizi eğittiler, kendi medeniyetleri için evcilleştirdiler. Şimdi yirmi beş yaşında, bir Evrensel Tarih Bilimi öğrencisiyim. Bana ve benim gibilerin başına ne geldiğini biliyorum. Öncesini, benden ve bizden öncesini, tüm insanlığın başına ne geldiğini biliyorum. Geçmişimdeyseniz ve eğer bu satırları okuyorsanız; sizin de hayatınızı biliyorum. Medeniyet gözlüğünü çıkaralı çok oldu; inanın, insanlığın dünyanın sırtına bıraktığı yük böyle daha net görünüyor. Ve o yükü şimdi biliyorum.

***

Dostlarım, bugün "Doğa Ekspresi" ilk seferine çıkacak. Rayları tamir ettiler; üstü açık bir trenle duvarın ardına, on beş çiftçi şehrinin kalıntısına gezi düzenleyecekler. İnsanlara doğayı, hayvanları, bitkileri yakından gözlemleme fırsatı sunuyorlar. Ben biletimi aylar önce, daha bu haberi ilk duyduğumda aldım. O yüzden kitabıma bu hikaye ile başlamak istedim, şimdi ise cümlelerimin sonunu getirmek zorundayım. Çünkü ana vatanıma kavuşmak arzusu ile yanıyorum, heyecanım kelimelere sığmayacak. Sırt çantam hazır, beni bekliyor; doğa, toprak, güneş ve yıldızlar beni bekliyor. Suyun sesini duyuyorum kulağımda; size anlatmak isterdim ama tren beni bekliyor, saat 09.34'te hareket edecek, ona yetişmek zorundayım.

İlk Baskı/ Yayıncı Notu: Öykü burada bitiyor. Yazarı bu öyküyü bitiremeden ve planladığı gibi bir kitap oluşturamadan; 2305 tarihinde katıldığı gezide, Doğa Ekspresi'nin ilk seferinde kayboldu. Tren ağaçtan bir tünelin içinde seyrederken yazarın ayağı kaymış, ağaçlığa düşmüş ve bir daha kendisine ulaşılamamıştır. Kaybolduktan iki gün sonra çalışma masasında bulunan bu bitmemiş öyküsünü, anısını yaşatmak adına yayınlıyoruz.

İkinci Baskı/ Yayıncı Notu: Tarih 2405, ilk baskısının üstünden yüz yıl geçen bu öyküyü tekrar yayınlama kararı aldık. Yazarın vasiyetini yerine getirmek adına zaman makinesi ile geçmiş ve gelecekteki bazı yüzyıllara gönderiyoruz.

Üçüncü Baskı/ Yayıncı Notu: Bu öyküyü posta yığınları arasında bulduk. Üzerinde gönderici adı yoktu. Açıkçası gerçekten zaman makinesi ile bize gönderildiğini düşünmüyoruz. Ama zaman makinesi ile gerçek bir yolculuğu hak ettiğinden yayınladık ve geleceğe armağan ettik, yolu açık olsun.

Yazarın adı; elimize ulaşan kopyada Kylia Sone Brock olarak geçiyor. Kendisinin kim olduğunu bilen okuyucularımızın bize ulaşmasını rica ediyoruz.

Dördüncü Baskı/ Yayıncı Notu: Bu öykünün ilk baskısının 1850 yılında Fransa'da yapıldığı ortaya çıkmıştır. Yazarı; Kylia Sone Brock'tur. Çevirisini yapıp yayınevimize gönderen kişiye teşekkür ediyor ve kendisinin bize ulaşmasını rica ediyoruz.

Beşinci Baskı/ Yayıncı Notu: Öykünün Finlandiya'da 1960 yılında, Britanya'da 1750 yılında, Rusya'da ise 1915 yılında yayınlandığı ortaya çıktı. Fakat hâlâ zaman yolculuğu fikrine inanmıyoruz, yazarın dünya edebiyatına bir şaka yaptığı çok açık. Yine de teşekkürler; Kylia Sone Brock.

Altıncı Baskı/ Yazar Notu: Bu son baskı Köroğlu Öykü Atölyesi üyelerine özeldir. İyi okumalar.

Kylia Sone Brock