Ekmek, Pasta ve Diğer Hüzünlü Şeyler

Hilal Tınmaz

Dünyada duymak diye bir nimet olmasaydı ya da sadece güzel şeyleri duyabilseydik, hatta neyi katiyen duymak istemediğimizi seçebilseydik ve tek bir hak tanımlansaydı adımıza, bu tercihi kesinlikle Şakir Hoca'nın boğazını balgamdan arındırmaya çalışırken çıkardığı o iğrenç sesi duymamak konusunda yapıyor olurduk. Boş koridorda topuklarını yere sertçe vurarak yürümesi hatta görüntüsü bile yüreğimize korku salacak kadar kallavi tahta çubuğu her sabah pir-ü pak okul lavabosundan süt gibi akan suyla adamakıllı ıslattığı için hacmi bir miktar artırıp, avuç içlerimizi parçalayan paslı çivilerle dolu olduğunu gördüğümüz -aslında görmediğimiz, varsaydığımız, ki fikrin telifi bendeydi- çubukla gözümüzü durmaksızın korkutması ama bunun bize artık ufacık bile caydırıcı gelmemesi çok düşündürürdü onu.

Haylazlıktan asla geri durmuyorduk çünkü sultâniyegahların saltanatı, yalnızca ay doğarken başlamamalıydı. Cihangir'le birlikte o sopaya ve Şakir Hocaya, yani otoritenin kendisine, yani yönetime karşı en büyük direnişimiz görsel ve işitsel eşsiz bir şölen teşkili ve temsili olmalıydı. Çünkü kendisinin en gözde(!) öğrencileriydik. Hatta bir sefer sırf canımız sıkıldı diye uzun zaman yandığı için iyice ısınan ampüle çöpten bulduğumuz bir şırıngayla su fışkırtıp patlatmaya çalışırken Şakir Hoca'ya yakalanmış gibi yapmıştık. Sonra yalandan bir panik ve ses tellerini titreştirme ile öyle bir tiyatro çevirmiştik ki eşek sudan gelinceye kadar -gelmemişti- ıslak çubuktan nasibimizi almıştık. Sonrasında ben köşeye fırlatılmış kanlı sopayı ceviz ağacından bir bağlama sapı saymış, parmakları eritilmiş Battal Gazi edasıyla tutmuş, kendimce aşıklama bir usûl tutturmuştum. Yeteneğimi işte o gün fark etmiştim. Sonra parmaklarımı o sopaya her dokundurduğumda kulağıma bilmediğim perdelerden sesler çalınmaya başladı. Sırf bu birkaç dakikalık ânı yaşayabilmek, kimselere anlatamadığım o sesleri duyabilmek içindi haylazlık adına bunca uğraşım.

Cihangir neden aklıma uyardı, bilmem. Zaten onun dışında kimse tarafından ciddiye alınmazdım, sümüğümü ceketime silerdim çünkü. Parlak olurdu kollarım, en az kariyer hedeflerim ve geleceğim kadar. Her sabah okula gitmeden önce Cihangir'le tezgahlarımızı doldurduğumuz esnaf amcalar bendeki cevheri fark etmiş olacak, yeteneğime, kavruk tenime ve kollarıma ithafen, haydi bize Karakolda Ayna Var türküsünü tellendir, derlerdi. Başlardım dilimi öne çıkık dişlerime vura vura ritim tutmaya, kendim çalıp kendim söylemeye. Hüzünlü bir türküydü bence ama karakolu kara kol diye anlayıp benimle eğlenmek istediklerinden onlara hep komik geliyordu. Koskoca amcalara ayıp olmasın diye Cihangir de gülerdi hareketlerime. Sonra ben de gülerdim. Kafam kabaktı ve dişlerimin birçoğu yoktu ama kendimin süt ve meyve suyu, Cihangir'in de ekmek dolu tezgahına mahalle yokuşunu atlatacak bileğim ve Cihangir'le eğlenmek isteyen çocuklara günlerini gösterecek mangal gibi yüreğim, duyduğum her sesi analiz edebilen mükemmel bir kulağım vardı. Hâl buyken okumasam da olurdu ama o akıllı adamdı. Mühendis olacaktı. Bir gün zengin olup Cihangir'i yanımdan hiç ayırmayacak, ömrümce onun konuşamayan dili olacak, şöyle bize son model arabalar üretebilsin diye de onu en iyi yerlerde okutacaktım.

Bu mahalle, içimizdeki tüm acıyı haylazlıkla maskeleyip kurnazlıkla baskıladığımız bir geçiş bandı, bir ilerle tuşu, ekmek teknemiz ve bize sıcacık kollarını merhametle açan tatlı bir yuvaydı. Çıkmaz sokak tabelasının karşısındaki bana göre 11 ama Cihangir'e göre 13 no'lu tek katlı son evde -neyse ki bizimdi ve kira derdimiz yoktu- ninemizle beraber yaşıyorduk. O feri kalmamış gözleriyle evlenecek kızların çeyizleri için rengarenk patikler örüp satar, bize harçlık çıkarmaya çalışırdı. Evladım siz öğrencisiniz, çalışmayın, ömrüm yettiği kadar ben size bakarım dese de yaşımızın (9) bizi ele verdiği koskoca adamlar olarak bir faydamızın olmaması düşünülemezdi. Hem sonra, el âlem ne derdi? En azından haftalıklarımızın bir kısmıyla süt, ekmek, yumurta ve sebze alabiliyor ve her akşam mis kokulu çorbalar içebiliyorduk. Kalanını da herkes hayalleri için biriktirsin diye anlaşmıştık Cihangir'le. Benim hayalim, onu okutup büyük adam etmekti. Buna, matematik defteri bitip de küçük boy da olsa yenisini almak için evde iki yüz elli bin lira bile bulamayıp ninemize belli etmeden bana sarılarak içli içli ağladığında karar vermiştim. Komşuların verdiği eski ayakkabılar ve dizleri dikişli keten pantolonlarla bile okula herkesi kıskandıracak bir neşeyle giderken, not alamama ve dersinden geri kalma düşüncesi onu tarifsiz bir hüzne boğuyordu.

Allah'ın bildiğini kuldan saklamamalı, benim hayalim canımın diğer yarısı ikiz kardeşimin mutluluğuydu. Müzisyenlik benim için bir hayal değil, kati surette gerçek olacağına inandığım kaçınılmaz bir sondu. Onun hayali konuşabilmek ve mühendis olmak değildiyse neydi bilmem ama benimki, kesinlikle kardeşimdi.

Grilerle kaplı gökyüzü saat konusunda bir miktar yanıltsa da yağmurlu bir cumartesi sabahına uyanabilecek en doğru zamanda uyanmıştım. Beş buçuğu beş geçerken kalkıp Cihangir'in baş ucuna acil bir işim olduğu için erkenden çıktığımı, ekmek arabasına -tek başına taşıyabilsin diye- malın yarısını doldurup evin bahçesinde önceden hazır ettiğimi ve hafif yağmurlu olduğu için ekmek ve simitlerin üzerini mutlaka naylonla örtmesi gerektiğini, işi bitince de bahçedeki çardağa acilen gelmesini filan karalayıp bıraktım. Ninemin naftalin kokulu sandığına ayırdığım bir miktar parayı cebime atıp mahallenin, ninemin biz küçükken anlattığı çok çok uzak ülkelerin birindeki uzak ülkeler kadar uzak olan pastaneye doğru yola koyuldum. Vardığımda dükkanın sekize gelen saatinden gözümü çeker çekmez rastgele bir pastayı işaret ettim.

"Usta, bana şunu sarar mısın?"

Eline alel acele tutuşturduğum banknotlara uzun uzun baktı.

"Evladım, bu noksan."

Henüz dokuzumu doldurmadan -resmi olarak akşam saatlerinde doldurmuş sayılacaktım- anlamını bilmediğim bu kelimenin bir tersliği ifade ettiğini fark edip tüm dünyanın yükü omuzlarımdaymışçasına utandım.

"Yarısını versen olmaz mı usta, benim o pastadan almam lazım."

"Olmaz, diğer yarısını kime satarım?"

Ona göre birkaç saniye, bana göre bir ömür kadar bakışlarımı gözlerine diktikten sonra kalıbına fazlasıyla tiz gelen bir kahkaha salıverdi.

"Şaka yaptım be oğlum, hangi pastayı istiyorsan al götür. Para istemez."

Bu nasıl şakaydı, Allah'ım, bu adam beni yerle bir ettikten sonra üstüne eğlenip iyilik mi yaptığın düşünüyordu gerçekten?

Tek kelime etmeden, mimiklerimi saniyelik dahi olsa oynatmadan boyumun zor yetiştiği tezgahtan paraları alırken kırılan kalbimi o boşluğa bıraktığımı fark etmedi, neden pastayı almadan çıktığıma bir anlam vermeye çalışmadı, gözleri dolmuştu ama arkamdan hiç ses etmedi. Bu üzüntü ve ders ona bugün hatta dükkanın önünden geçeceğim her gün -ben geçemesem ben yaşlarında geçen her çocuk için- yetecekti. Çıktım dükkandan.

Planlarımın suya düştüğü yetmezmiş gibi yağmur iyiden iyiye kendini belli etmeye başlamıştı ve ben doğum günü pastası sevdasına kendimi kaptırıp Cihangir'i koskoca tezgahla baş başa bırakmıştım. Mahalleye eli boş dönemezdim. Elimdeki paralar iki tane piknik bisküvi, dört portakallı cino, bir küçük boy çekirdek ve iki tane de çilekli sakıza yetmişti. Kalan iki yüz bin liraya da kolalı meybuz alacaktım mahalleye vardığımda. Şimdi erimesindi.

İliklerime kadar ıslandım bahçemize gelene kadar. Öğle ezanı okunduğu halde Cihangir ortalıkta görünmüyordu. Evde de yoktu. Acaba simitleri satamamış mıydı, neredeydi, keşke yalnız bırakmasaydım onu. Katmerlenen telaşıma yenik düşmeden, en azından binlerce kez ölüp dirildiğimi nineme belli etmeden, neden yanında olmadığımı, onu bırakıp nerelere gittiğimi açıklayamadan koşup sokak sokak Cihangir'i aradım. Uğradığım son dönemeçte gördüklerim, büyüyene kadar yüzüme çarpıp geçen bütün tokatlardan hatta Şakir Hoca'nın ıslak sopasından bile daha can yakıcı olmuştu. Devrilen ekmek arabasına, ıslanıp hamura dönen, bir kısmı da yokuş boyunca saçılmış simit ve açmalara ufacık bile aldırmadım kaldırıma çöküp titreyerek ağlayan kardeşimi gördüğümde.

"Seni yalnız bırakmamalıydım Cihangir. Gücün yeter miydi hiç tek başına arabaya bu yokuşu atlatmaya. Ne olur üzülme artık. Olsun. Fırıncı amcaya verecek paramız var evde. Bunları da martılar yer."

Kan çanağına dönen gözlerini yavaşça aralayıp kalemine birkaç kez hoh yaptıktan sonra cebindeki ıslak kağıda şunu yazdı.

"Gücüm yokuşu çıkmaya değil, avazları çıkana kadar 1 Nisan diye bağırıp bana bu şakayı yapan mahalle çocuklarına yetmedi Cihan. Özür dilerim."

Hilal TINMAZ

*Alternatif son için bkz:

https://twitter.com/Ahmet_Tyranny/status/1265525285098840067?s=19

Paran yetmedi diye alamadığın pasta taşa dönmüş Cihangir. O nasıl âh etmek?)