O Gün

Hacer Noğman

‘Coğrafya kaderdir’. Sanırım bu söz, burası için söylenmişti. Ya da ‘Coğrafya kederdir.’bu söz müydü? Bilmem, ikisi de olur.

Saçımı elimle yana yatırdım. Penyemin kollarını uzamaları için çekiştirdim; uzamadılar. O zamanlar penye demiyordum, önlük diyordum giydiğime. Ama okulda bazı kişiler aynı kıyafetleri giyiyordu ve o giydiklerine de önlük diyorlardı. Çok garipti, nerden buluyorlardı aynı kıyafetleri. Anneme söylemiştim bir kez, neden demiştim, bazıları aynı kıyafetleri giyip onlara da önlük diyorlar. Annem demişti o zamanlar, okula giderken giydiğin şeye önlük denir demişti. Bazılarına denk gelmiştir de aynı şeyleri giyiyorlardır demişti. Annemin bu söylediği mantıklı gelmişti çünkü annemin söylediğinden başka bir şeyi bilmiyordum.

Kırış kırış da bir pantolonum vardı. Pantolonumu her giydiğimde çoraplarım görünürdü. Bu yüzden çoraplarımı seçerken dikkat ederdim iki çorabımın aynı olmasına. Bu saydıklarım o zamanlar bana garip gelmiyordu. Daha iyisini bilmiyordum çünkü. Saçımı tekrar elimle yana yatırdım, okşar gibi... Aynadaki bu görüntüme bakınca öğrenci olduğumu görüyordum. Okula giderken dükkânların camlarına baktığımda gördüğümdü bu görüntü ve aynam da dükkân camlarıydı.

Bu kıyafetleri çıkardığımda Ahmed oluyordum. Ne garipti, giydiklerimle adım değişiyordu. Ama bir gün vardı. O gün okuldan eve dönerken o dükkânların camlarına baktım. Camlar artık yerinde değildi, paramparçaydılar. Ve evimiz de eskisi gibi değildi. Artık adımın öğrenci olarak kalacağını düşünmüştüm o gün. Öyle olmadığını anlamam birkaç yılımı alacaktı.

O gün, her zamanki gibi okula gittim. İki odalı bir okuldu burası. Benim sınıfımda benden dört yaş hatta beş yaş büyükler de vardı. Zaman zaman konuşmalarına şahit olurdum; buradaki eğitimlerini tamamlayıp sınıra gideceklerini söylerlerdi. Sınırı geçince de rahat bir hayat sürüp çok para kazanacaklarını… Sınır dedikleri yeri bir ülke sanırdım o zamanlar. Çokça oyuncağın olduğu, dondurmaların, şekerlerin, çikolataların ve daha bir sürü şeyin çok fazla olduğu bir yer. Öylesine güzel şeyler anlatırlardı ki sınır denen yerle ilgili, bazen rüyalarıma bile girdiği olurdu.

O gün öğretmen, toplama işlemini anlatıyordu. Üç elmam varken iki elma daha alırsam beş elmam olurdu, o gün öğrenmiştim. Sağ elim havada, parmaklarımı sayarken sınıfın penceresinden içeriye kocaman bir ses girdi. O zamanlar böyle düşünmüştüm. Kocamandan daha büyük bir sıfatı bilmiyordum. Herkes bağırmaya başlamıştı. Çok korkmuştum. Ne olduğunu anlamadım ama herkes bağırdığı için ben de bağırmaya başladım. Yanımda oturan arkadaşımın elini tuttum sıkıca. Ne olduğunu kimseye soramadım. O an sadece annemi istedim. Dudaklarım titremeye başladı. Kafamı kaldırıp etrafa baktım. Sınıfın içini göremiyordum, toz bulutu sanki pencereden içeri girmişti. Bazıları ağlıyor, bazıları ise sınıftan kaçmaya çalışıyordu. Biz arkadaşımla birlikte eğilmiş sıranın altında bekliyorduk. “Bak” dedim arkadaşıma, ”Bazen büyük abiler bize böyle şakalar yaparlarmış, annem böyle söyler. En dayanıklı kimmiş onu öğrenmek için yaparlarmış. Korkma, tamam mı?” Baktı bana arkadaşım, elimi daha da sıktı. Kafasını salladı tamam der gibi. Hızlıca ayağa kalkıp dışarı doğru koştu, peşinden ben de koştum. Elini hiç bırakmadım. Okulun bahçesine çıktığımızda etraftan insanların bağırma sesleri geliyordu. Bıraktım arkadaşımın elini. İyice korktum ve dudaklarım titremiyordu artık. Ağzımı kocaman açmış, ağlayarak koşmaya başlamıştım. Yolu seçemiyordum. Gözyaşlarım yolun buğulanmasına neden oluyor, havadaki tozlar koşmamın etkisiyle yanağımdan süzülen yaşlara yapışıyordu. Tozdan bir yol oluşmuştu yüzümde, hissetmiştim.

Koştum, durmadan koştum. Sabah gülerek geldiğim bu yolları şimdi ağlayarak koştuğumu düşündüm. Ağlamam hiddetlendi, hıçkırık eşlik ediyordu ağlamama. Her sabah ayna bellediğim dükkân camlarının önüne gelmiştim. Durdum. Nefes nefese kalmıştım. Göğsüm öylesine hızlı kalkıp iniyordu ki; bedenim sarsılıyordu. Kafamı sağa çevirdim, öğrenci beni görmek için. Paramparça olan camın ayakta kalmış kısımlarında yalnızca ayak bileklerimi görüyordum; pörsümüş kunduralarım ilişti gözüme. Birkaç saniye baktım ayaklarıma, koşmaya devam ettim. Ağlamam kesilmişti, başka çarem yoktu çünkü yolu göremiyordum.

Eve gelmiştim. Durdum evimizin karşısında. Göğsümün atışı bedenimi sarsıyordu. Gökyüzüne baktım, berraktı. Kafamı indirdim, evimiz görüş alanıma girdi. Aramızda toz bulutu vardı, bulutu yararak eve girdim. Anneme seslendim. Acı bir çığlıktı ağzımdan çıkan, boğazımı yaktı. “Anne!” diye bağırdım tekrar. Odalara girmeye başladım. Evimizin odaları birleşmişti sanki. Odaların içinde taş yığınları vardı ve evimiz her zamankinden aydınlıktı. Kafamı kaldırdım, gökyüzünü görüyordum. “Ahmed’im.” dedi birisi, zorlukla duyabildiğim sese doğru gitmek istedim. Sesin kime ait olduğunu anlayamadım. Önümdeki taşlara bastım, tekrar duydum: “Ahmed’im.” Düzene giren soluklarım hızlandı tekrar, annemin sesiydi bu. Yatak odamıza girdim. Annem yerde yatıyordu. Üzerinde taşlar, yüzünde tozlar vardı, griydi yüzünün rengi. “Anne, ne oldu sana? Ne oldu evimize.” dedim, yutkundum. Göz kapaklarını zar zor kaldırıyordu annem. Bacakları taşlarla örtülüydü. “Yağmur mu yağdı?” dedim, göz kapaklarını kaldırmasını bekledim; hareketlendiler ama kalkmadılar. Kafasını salladı, evet der gibiydi. Yutkundu annem, boğazını gördüm. “Anne neden kalkmıyorsun?” dedim bu kez. Konuşmadı.

Anlamıştım, abiler bize şaka yapmıştı. Annem derdi hep, abiler bize şaka yaparlarmış. En dayanıklı kimmiş, bunu öğrenmek için yaparlarmış. Bir şakanın ne kadar ağlatacağını ve şaka bildiğimin şaka olmadığını yıllar sonra öğrenecektim. Ve yağmurun aslında can yakmadığını; evleri, arabaları, okulları paramparça etmediğini. Bunların hepsini yıllar sonra anlayacaktım.

Anneme sorduğum tüm sorular yanıtsız kaldı. Artık ağlamıyordum. Annem yanımdaydı çünkü. Yüzündeki tozları küçük parmaklarımla sildim. Karşımdaki giysi dolabımıza baktım. Kırılmıştı ve eşyalar taşların altında kalmıştı. Hiçbirini alamam bu taşların altından diye düşündüm. Anneme sordum, “Anne,” dedim, “…kıyafetlerimiz taşların altında kalmış, artık bu giydiklerimizle mi yaşayacağız” diye. Bir şey söylemedi, herhalde evet demekti bu diye düşündüm. “E o zaman,” dedim, annemin beni duyduğunu biliyordum, konuşmaya devam ettim. “…benim adım Ahmed değil artık, benim adım öğrenci.” Annem bir şey söylemedi, sessizdi. Herhalde bu da evet demekti.

Adımın öğrenci oluşundaki garipliği, birkaç saat sonra evimize gelen amcaların adımı sormasıyla fark etmiştim. Bu da birkaç yılımı alacaktı. Öğrenci diye isim mi olurmuş demişti yaşlı amca. Ona birkaç yıl sonra hak verecektim.

Sonra annemi beyaz bir beze sarıp götürdüler. Nereye götürüyorsunuz dediğimde, gelecek dediler. Bana bunu, hiç görmediğim bir teyze söylemişti. Annemi çok bekledim, gelmedi. Gelmediği her gün daha çok bekledim. O zaman anladım, şakalar hiç güldürmezmiş. Annemin şaka dediği bu işi her hatırlayışımda ağladım, kalbim çok acıdı. Hangi şaka güldürürmüş diye düşündüm. Şakanın kelime manasını öğrenmem de birkaç yıl sonra olacaktı.

O gün, annemin yüzündeki tozları silerken ağladığını anlamıştım, yüzünde ıslaklık vardı. Gözlerini son kez kapatmadan önceki ıslaklıklardı. Son kez beni onaylayışıydı; ona yağmur mu yağdı diye sormuştum. Ama yağmur böyle olmazdı ve bunu anlamam da birkaç yılımı alacaktı.

Annemin yüzündeki ıslaklıkları gördüğüm anı her hatırlayışımda, söyledim kendime, o son yağmurdu. O yaşlardayken, öğrenciyken ben yıllarca, yağmur diye bildiğimdi annemi benden alan; abilerin şakasıydı.